Lana Del Rey’den Caroline Polachek’e 2023’ü yarılamamızı sağlayan albümler

Yılı yarılamanın da ötesine geçmişken geriye dönüp baktığımızda 2023 albümlerinin bizi çok daha farklı uçurduğunu görüyoruz. Pandemide evine kapanıp hayatını sorgulayan sanatçı furyası neredeyse bitti, şimdi ise efsanelerin geri dönüşü ve TikTok’tan çıkan yepyeni isimlerin arasında hangi yöne gideceğimizden çok da emin olmadan sürekli yeni şeyler tadıyoruz.

Bu sene gerçekten müzik açısından verimli oldu diyebiliriz. Ardı ardına gelen büyük turneler, emekliye ayrılmış sanatçıların hayranlarına geri ziyareti… Ve heyecanla beklenen Barbenheimer günleri. 2023’te yolunu gözlediğimiz albümler de var: Beyoncé, Jennifer Lopez ve Frank Ocean’ın o çıkmayan albümü gibi. Zaten Coachella’da yaşananlardan sonra da çıkacağından pek emin değiliz. Ama boşverin, yaz sıcak ve dopdolu geçerken siz algoritmanızı yormayın diye bu senenin efsanelerini saydık.

Lana Del Rey – Did You Know That There’s a Tunnel Under Ocean Blvd

Bu albüm ismiyle Fiona Apple’ın “When the Pawn…” diye başlayıp sonsuzluğa doğru giden albümünü hatırlatıyor. Lana Del Rey karşımıza fazlasıyla samimi kendi açısından ise oldukça deneysel bir albüm çıkarıyor. Prodüktör Drew Erickson’la yaptığı bu ortak projede Lana uzunca bir süre boyunca Drew’a ilham geldiği anlarda ses kayıtları atmış ve Drew da bunların üzerine orkestrasyon eklemiş. Albüm tamı tamına Lana kokuyor, Lana gibi görünüyor ama önceki albümlerine göre parça düzenleri oldukça özgürce biçimlenmiş. Bir anda değişen tonlar, olmayan nakaratlar, parça ortası ritim değişiklikleriyle takip etmesi çok da kolay değilken müzikal anlamda çok farklı bir tecrübe sunmuş dinleyicilerine. Şarkı sözleri ise felsefi, varlıksal sancılarla dolu, melankoliden anneliğe doğru akan bir genişlikte. Bu albüm Del Rey’in kendine has nostaljik tarzını korurken oldukça cesur bir albüm olarak karşımıza çıkıyor ve bu sayede bambaşka bir sanatsal değeri var. Ve evet, gerçekten de Long Beach California’daki Ocean Bulvarı’nda bir tünel var.

Swans – The Beggar

1982’den beri bizi şaşırtmaya devam eden bir gruptan bahsediyoruz. Efsaneler içerisinde yerini almış olan Swans uzunca bir süredir sesizdi. Grubun efsanevi geri dönüşüne kulaklarımızla tanık oluyoruz. Experimental rock, post rock’ı yazın ortasında bünyeniz ne kadar kaldırır bilmiyoruz ama, bu albüm zaten gelip geçici bir heves olarak kalacak bir tecrübe asla değil. Neredeyse mantraya benzer tekrarlanan melodileri uzun uzadıya giderken büyüyen ve değişen müzikleriyle tanıdık bu grubu. Öyle de devam ediyorlar. Grubun kemik kurucusu Michael Gira’nın da adını taşıyan Michael is Done, Unforming gibi şarkılarında ölüm temasını spiritüel ezgiler ve Swans’ın kendine has zilleri, gitar riff’leriyle işliyorlar. The Beggar, uzun, zahmetli ama bir o kadar da karşılığını verici bir albüm.

Jessie Ware – That! Feels Good!

Jessie Ware peş peşe iki albümüyle de bizleri oturduğumuz sandalyelerden kaldırıp gerçek bir diskoya ışınlamayı başarıyor. 2020’de çıkardığı benzer temalı albümüyle de oldukça ses getirmişti Jessie. Biraz boogie biraz dance-pop etkileşimli olan bu albüm Jessie’nin bir önceki kaydını bize hatırlatsa da biraz daha esprili ve performatif bir müzik sunuyor.

“Her gece çalışıyorum,
Kendi işimi yapıyorum,
….
Bu benim hayatım mı? Başı mı, sonu mu?
Baştan başlayabilir miyim? Başlayabilir miyiz?”

Sözleriyle istersek en baştan başlayabileceğimizi hissettiren güçlü bir müzik bize selam çakıyor, özgüven aşılıyor. Jessie Ware son zamanların en disko sanatçısı olabilir; oldukça neşeli, özgüven patlatıcı bir albümle kalbimizi diskoda bıraktık.

Squid – O Monolith

Brighton çıkışlı Squid topraklarının punk mirasını biraz daha ileriye taşırken geçmişteki albümlerinden bir kademe daha delirmiş buluyorlar kendilerini. Vokalist ve davulcuları Ollie Judge’ın sesini sıra dışı kullanışı, aksak ritimli enerjik gitar melodileriyle birleşiyor. The Blades, Siphon Song gibi şarkılarıyla bir önceki albümleri Bright Green Field’ın izinde ama daha kendi orijinal seslerini kattıkları bir albüm oluşturmuşlar. Gürültülü caz arızaları, sonsuza kadar yükselen kreşendolarla tadı damağımızda kaldı.

Amaarae – Fountain Baby

2010’dan beri aktif olarak müzik yapan Gana doğumlu Amerikalı Amaarae 2020’de ilk albümünü yayınladı. The Angel You Don’t Know albümünden Moliy’le yaptığı düet parça Sad Girlz Luv Money TikTok’ta viral olunca Amaarae Afrobeat’in önemli kraliçelerinden biri oldu. Üstüne yine muhteşem bir albümle 2023’te tepelere çıkan Kali Uchis’le remiksli versiyonu yayınlandıktan sonra global listelerde bile yer aldı. Fountain Baby, dudak ısırtan bir prodüksiyon olmasının yanında hem dans ettiriyor hem de bünyeye rahatlık yayıyor. Bir astroloji uygulaması olan Co-Star hakkında bile bir şarkısı bulunan bu albümü sevmeyelim de ne yapalım? Listede sıraladığımız albümlerin arasındaki yaza en uygun olanın da bu olduğunu söyleyebiliriz. Ayağa kaldıran Afro ritimlerin yanında onlara eşlik eden kadife saksafon soloları ve Amaarae’nin tiz sesi bizi hayallerimizdeki sahile ışınlıyor.

Wednesday – Rat Saw God

Özlediniz, biliyoruz… Geçen sene Wet Leg eğlenceli indie rock müzikleriyle bizi lise yıllarına götürüp bir güzel dağıtmıştı. Biz buna kaliteli pis müzik diyoruz; Wednesday de buna dahil olan isimlerden biri. Wet Leg kadar eğlenceli tarafta değil Wednesday ama North Carolina, ABD çıkışlı bu grup bizi indie rock’ın biraz daha romantik ve arabesk kıyılarına götürüyor. ‘‘Arabesk’’ derken müzikal anlamda değil tabii ki; o zevkli melankoliden bahsediyoruz. Wednesday aslında 2017’de grubun solisti Karly Hartzman’ın kendi projesinden başlayarak yola çıkıyor. Zaten Karly’nin şarkılarında söylediklerini çılgınlarca hissettiğini duyarak anlayabiliyoruz. Rat Saw God; indie rock, noise rock, shoegaze ve country türlerinin size özel pişirilmiş bir çorbası. Her tattığınızda başka bir aromanın dilinizde kaldığını hissediyorsunuz. Bull Believer, yavaş yavaş büyüyerek gelişen 8.5 dakikalık bir noise rock parçası. Burada bahsettiğimiz boğa ve believer yani “inanç sahibi”, parçanın iki farklı kısmında metafor olarak kullanılıyor. İlk kısımda tanıdık bir kişinin bir bağımlılık çukuruna düştüğünü gözlemlerken hayatlarının yavaş yavaş döküldüğünü görüyor, ikinci kısımda da yani Believer’da ise nostalji ve ergenlik depresyonunu ele alıyor.

Caroline Polachek – Desire, I Want to Turn Into You

Caroline Polachek hâlâ pop tahtına oturmamışsa bile hükümdarlığa geçmesi çok yakındır. Kusursuz ses tonu, parçalara kattığı özgün yorumu ve onu takip eden harika prodüksiyonuyla alternatif popta kendine has bir yol çizmiş durumda. Neredeyse autotune’lanmış gibi duyulan sesi dinleyicileri ise ikiye bölmüş durumda. Çünkü autotune’lu olduğunu iddia eden büyük bir grup mevcut. Hatta bunu kanıtlamak için Polachek bir videosunu bile yayınlamıştı. Welcome to my Island parçasının başında Caroline’ın güçlü vokaliyle acapella olarak emprovize melodilerini dinliyoruz ve sonrasında Caroline bizi adasına girişte karşılıyor.