Marilyn Monroe’nun zalimce “kurgulanan” travmaları: Blonde film incelemesi

Yaşadığı süre boyunca tam anlamıyla hiçbir zaman anlaşılamayan, popüler kültürün en kalıcı simgelerinden biri ve de başımızın tacı olan Marilyn Monroe’u, Ana de Armas’la ve kurgusal bir senaryoyla ekrana taşıyan Blonde filmi sonunda Netflix semalarında göründü. Üç saate yakın süresinin ardından başından karmakarışık hislerle, midemizde yarattığı çeşitli hareketliliklerle ve Ana de Armas’a bir Oscar heykelciği verme isteğiyle kalktık. Blonde, kendine çizdiği yolda Monroe’nun hayatına dair pek çok gerçeğin içinden kara kara tüneller kazarak ilerliyor ve bunu olabilecek en acımasız şekillerden biriyle yapıyor. Monroe’ya bir gram huzur vermediği gibi bize de çoğu yerde senaryonun “kurgusal” olduğunu unutturuyor. MM’nun yine, yeniden konu olduğu bir başka yapımdan daha hüsranla ayrılmanın hüznüyle Blonde’a dadanıyor ve her şeye rağmen Ana de Armas’a alkış tutmaktan kendimizi alamıyoruz.

Marilyn Monroe dendiğinde aklımıza genelde onun ikonik pozları, kısa ömrüne sığdırdığı büyük kariyeri ya da “gizemli” ölümünün ardından ortaya çıkan teoriler geliyor olabilir. Ama elbette ne Monroe ne de başka bir yıldız isim sadece bunlarla ya da arkasından konuşulanlarla anılamaz, anılmamalı. Sonuna ünlem(ler) koymamak için kendimizi zor tuttuğumuz bu atarlı girişimizin bir sebebi var elbette; baştan tavrımızı koyalım önce. Gerek MM gerek Prenses Diana gibi ikonik isimlerin özel hayatlarının, “hassas” kişiliklerinin ya da travmalarının defalarca kez (yanlış şekillerde) ekranlara malzeme olmasından çok sıkılmadık mı? Yaşadıkları süre boyunca da sık sık basının yakın takibiyle hayatı zindan edilmiş, cinsiyetçiliğin dik alasıyla karşı karşıya kalmış bu isimler için “bırakınız bari hatıraları huzura ersin be kardeşim” diyor ve buradan Blonde’a bağlanıyoruz.

Blonde, bu isyanımızdan kurgusal oluşuyla biraz da olsa ayrışabilir belki ama yine de filmin Monroe gibi bir ismin hatırasını taşımanın ağırlığı altında ezildiğini ve onun travmalarından fazlasıyla faydalandığını söylemek mümkün. Hatırlayın, Ana de Armas çekimlere başlamadan önce Monroe’nun mezarına gidip ondan izin istediklerini ve çekimler boyunca onun hayaletini yanı başında hissettiğini bile söylemişti. (Hmm…) Ama tabii basın gösterimlerinde de gerek Ana gerekse filmin yönetmeni Andrew Dominik filmin “kurgusal” olduğunun üzerinde ısrarla durmuşlardı. Hatta Andrew “seyirciler filmden hoşlanmadıysa bu onların sorunu” diye çıkışmıştı bir röportajında. Onun için bu konuda Blonde’u tam olarak nereye koyacağımız konusunda bizim de kafamız biraz karışıktı.

Andrew Dominik, Joyce Carol Oates’in romanından uyarladığı bu iç karartıcı filminde fona psikolojik gerilimi yerleştiriyor, Monroe’yu gerçek adı olan Norma Jeane’den ayrıştırıyor ve onun “baba” travmalarını fazla eril bir perspektiften ekrana taşıyor. Venedik Film Festivali’nden 14 dakikalık alkış ve tezahüratlarla uğurlanan Ana de Armas ise baştan uca Monroe olmayı kafasına koymuş; onun naif kişiliğini büyük bir ustalıkla giyiniyor ve yeteneğinden bir an bile şüphe ettirmiyor. Ana’yı Monroe olarak izlemek çok keyifli olsa da senaryonun ağırlığı gereği filmi izlemek pek kolay olmuyor.

Okuma önerisi – Belgesellerden biyografik filmlere: Marilyn Monroe’nun hiçbir zaman her şeyini bilemeyeceğimiz hayatı

Bundan birkaç ay önce yine Netflix’de yayınlanan The Mystery of Marilyn Monroe: The Unheard Tapes belgeselinde, Monroe’nun ölümü üzerine uzun yıllar araştırma yapan yazar Anthony Summers’ın arşivinden çıkan röportajları dinleme fırsatı bulmuştuk. Burada dinlediğimiz kayıtlarda Summers’ın Monroe hakkında sorular sorduğu birçok insan vardı; çalıştığı yönetmenler, kuaförleri, arkadaşları, merhum psikiyatristinin ailesi gibi. Bu insanların çoğunun kendisi hakkında söylediklerini duyduğumuzda da tıpkı Blonde’da olduğu gibi kahrolmaktan kendimizi alamadık çünkü aslında Monroe’nun hayatı boyunca hiç anlaşılmadığı gerçeğine bir kez daha şahit olmuştuk. MM hakkında konuşan kadınlar ondan zekasını överek ve de ne kadar nezaket dolu olduğunu hatırlatarak bahsederken özellikle de hayatındaki erkekler sık sık onun psikolojik sorunlarından dem vuruyor mesela. Çünkü Marilyn, hem çocukluğunda hem de çok severek başladığı oyunculuk kariyerinde yani erkek egemen film endüstrisinde, tıpkı çocukluğunda olduğu gibi çeşitli tacizlere, tecavüzlere maruz kalıyor. Her geçen yıl geliştirdiği yeteneği göz ardı ediliyor ve onunla ilgili her şey, yaşarken sadece fiziksel özelliklerine; öldükten sonra ise kullandığı ilaçlara indirgeniyor. Mesela Monroe’nun, The Asphalt Jungle ve The Misfits’de beraber çalıştığı John Hausten’a Monroe hakkındaki ilk izlenimi sorulduğunda kullandığı kelimelerden biri “fresh” oluyor; “çok tazeydi, çok alımlı ve güzel bir kızdı” diyor. Aslına bakarsanız Blonde filminin de MM hakkında söyledikleri bu yüzeysellikten öteye geçemiyor. Filmde Marilyn’le ilgili “kurgulanan” şeyler onun seks hayatı, travmaları ya da birtakım “daddy issues” klişeleri oluyor. Bu durumda koca bir “of” çekmekten kendimizi alamıyor ve Blonde’ın detaylarına dalıyoruz artık.

Buralar biraz spoiler…

Blonde, adından da anlayabileceğimiz gibi Monroe’nun “sarışın bomba” ya da “seks bombası” şeklinde algılanma meselesini bazı gerçeklere dayandırdığı kurgusal bir senaryoyla anlatıyor. Başta Monroe’nun yani Norma Jeane’in çocukluğuna uzanıp gerçekten de şizofreni teşhisiyle hastaneye yatırılan annesi Gladys Pearl Baker’la tanışıyoruz. Tabii pek sevimli bir tanışma olmuyor bu; artık kontrol edemediği hastalığı nedeniyle kendisinin ve kızının hayatını tehlikeye atan bir Gladys izliyoruz. Gladys kızına ortalarda olmayan babası hakkında pek bir şey söylemese de onun bir fotoğrafını gösteriyor ve bir suret kazandırdığı babasının hayaletini istemeden de olsa Norma’nın üzerine salmış oluyor. Norma annesinin yokluğunda bir süre onun arkadaşında kalıyor ve Monroe’nun röportajlarında “oradan oraya savruldum” şeklinde bahsettiği ve bu savrulmalar sırasında birçok defa tacize, istismara maruz kaldığı kısımlar Andrew’un Blonde’unda yer almıyor.

Yaklaşık 10 yıllık zaman atlamasının ardından oyunculuk seçmeleri için ajanslara başvuran ve seçmelere giden bir Norma geliyor karşımıza. Daha gittiği ilk seçmede tecavüze uğruyor, dergi kapaklarına taşınma bahanesiyle çıplak fotoğrafları çekiliyor, sektördeki kodamanlarca bir seks objesi olarak “pazarlanıyor”; sonuçta Gentlemen Prefer Blondes! Bu ortamlarda akıl sağlığını korumaya çalışırken hayatına giren Cass ve Eddy Chaplin’le kendisini ilk defa iyi hissettiği üçlü ve karmaşık bir ilişkiye başlıyor. Bu arada siz sormadan söyleyelim, bu ilişki filmin kurgusal parçalarından biri… Neyse, Norma’nın bu ilişkisi kariyerinde yükselişe geçtiği bir zamanda yaşanırken kendisine seçtiği sahne isimle yani Marilyn Monroe ile çatışmalarının da başladığına şahit oluyoruz artık. İlk hamileliğini ve kürtajını yaşadığını bu sıralarda artık kafasındaki anne-babasının seslerini de daha fazla susturamıyor. Bu arada filmdeki kanlı ve zorunlu kürtaj(lar) hem MM hem bizim için rüyalarımıza girecek korkutucu birer “body-horror” unsuru olarak resmediliyor ve açıkça kötüleniyor. Anne karnındaki CGI’li bebekler ve malum kürtaj anlarıyla her şey gibi bu konuyu da elinden geldiğince dramatikleştiriyor Dominik.

Monroe, evlensin ya da evlenmesin, hayatına aldığı her erkeği bir “baba figürü”ne dönüştürüyor ve gerçek yüzlerini görmeden önce güvendiği bu adamlar karşısında ilgi ve sevgi bekleyen bir küçük kıza dönüşüyor. Yukarıda bahsettiğimiz “daddy issues” klişelerine bolca maruz kaldığımız bu kısımlarda Monroe’nun her şeyi; travmaları, aşağılık kompleksi, erkeklerden gördüğü kötülükleri sineye çekmesi gibi durumlar yine hayatında olmayan bir başka erkeğin yani babasının yokluğuna dayandırılıyor. MM’nun hayatındaki erkekler onun için böylesine önemli konumlara yerleştirilirken, ona zarar vermeye çalışan annesi dışında yakınında herhangi bir kadının olmaması da tadımızı kaçırıyor tabii.

Okuma önerisi – “Marilyn Monroe’ya hayat veren bir Kübalı”: Ana de Armas ve uçuşa geçen kariyeri

Art niyetli insanların elinde bir koza dönüşen travmaları Marilyn’nin defalarca kez aşağılanmasına, tacize ve şiddete uğramasına neden oluyor. Blonde, kurgusal Marilyn portresini bu açıdan zalimce ve detaylıca çizerken kariyerindeki önemli adımlarını bir enstantane misali geçiyor. Ayrıca Blonde’un, Adrien Brody’nin nefis bir şekilde canlandırdığı Arthur Miller’lı bölümleri, Miller’a neredeyse toz kondurmayarak anlatması da dikkat çekiyor. (Evet, filmin kurgu olduğunu hatırlamalıyız.) Gerçekte, MM ile tanıştığı sıralarda evli olan Miller eşinden boşanıp MM ile evleniyor. Monroe ve Miller kısa bir süre sonra bir çocuk sahibi olmak istiyorlar ama MM Some Like It Like filminin çekimleri sırasında bir düşük yaşıyor ve ikilinin arası açılmaya başlıyor. Sonra MM bir gün Miller’ın çalışma masasında kendisinden “o da tıpkı eski karım gibi kaltağın teki” şeklinde bahsettiği notlar görüyor ve ondan ayrılıyor. Neyse, konu MM olunca gördüğünüz gibi herhangi bir şeyden kısaca bahsedip geçmek pek içimize sinmiyor ve bu paragraf da uzadıkça uzuyor…

Sonuçta “her zaman göz önündeydi ama hiçbir zaman görülmedi” sloganı ile yayınlanan ve “tamamen MM’nun duygularıyla ilgili” olduğu söylenilen Blonde, bu konuda vaatlerinin altını dolduramıyor. Hatta bu vaadinin aksi yönde koşarak ilerliyor ve MM’nun travmalarını bir “işkence pornosu”na çeviriyor. Çünkü gerçekten izlediğimiz her şey tam olarak MM’nun etrafındaki erkekler tarafından nasıl görüldüğüyle ve bu algının ona nasıl zarar verdiğiyle ilgili. Kendisinin düşüncelerine ya da hissettiklerine şahit olduğumuz anlar filmin kasvetinden ne duyuluyor ne de görülüyor. Bir de Andrew’un bu “kurgusal” filminde aslında MM’nun maruz kaldığı ya da kaldığı iddia edilen birçok kötülüğü böylesine kazıması da filmi gereğinden fazla rahatsız edici kılıyor tabii. Artık ağlamaktan göz pınarları kuruyan, maruz kaldığı kötü muameleyi sineye çeken ve de kim olduğunu bir türlü bulamayan bir kadın olarak izlediğimiz bu kurgusal MM’yla bir bağ kurmamızı sağlayan en büyük etken ise Ana de Armas oyunculuğu oluyor. Armas, belki de hayatının performanslarından birini sergiliyor Blonde’da ve çoğu anda ürkütücü derecede MM’nun kopyası oluyor. Filmin ardından kendimizi toparlayabildiğimizde ise zihnimizde yanıp sönen görüntülerin arasında Marilyn’in verdiği ve Ana’nın da titizlikle taklit ettiği meşhur pozları birbirine karışıyor. Ve bir kez daha, bu pozlardan bize gülümseyen Marilyn’in hâlâ “görülemediği” gerçeği canımızı acıtıyor.