
Favori canavarımız: Vampirleri neden çekici buluyoruz?
Frankenstein, Godzilla, mumyalar, hayaletler, uzaylılar, zombiler, vampirler… Halk hikayeleri, edebiyat ve sinema, tarih boyunca pek çok canavar üretmiş. Bunun da bir nedeni var aslında; her bir canavarın ortaya çıkışında toplumsal ve tarihsel bir arka plan var. Yani canavarlarımız belli toplumsal ve politik bağlamlarda yaratılmış karakterler. Mesela nükleer radyasyonla uyanan tarihöncesi bir deniz canavarı olan Godzilla, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının toplumsal hafızadaki yerinin bir yansıması. 1818 yılında yayımlanan Mary Shelly’nin Frankenstein’ı ise bilimsel gelişmeler karşısında duyulan korkunun bir dışavurumu olarak yorumlanıyor çoğu zaman…
Canavarların tek ortak noktası tarihsel ve toplumsal olaylara işaret etmeleri değil. Hepsinde gördüğümüz bir diğer özellik de bizi korkutacak fiziksel ve ruhsal özelliklere sahip olmaları… Bir istisnayla: Vampirler.
Cadılar Bayramı’na özel, saygıyla dadandık.
Kolaj: Melisa Su Akar
Vampirler, canavarlar paletinin öyle bir yerinde konumlanıyor ki, canavar dediğimizde aklımıza ilk gelenler arasında dahi yer almıyorlar. Çünkü vampirlerin büyüleyici bir yanı var; zarifler, kültürlüler ve çoğu zaman da seksiler. Ama bu görece yeni bir durum aslında.
Vampirler yüzyıllardan bugüne dek varlığını sürdüren “canavar”larımızdan biri. Osmanlı toprakları da dahil olmak üzere, tarih boyunca dünyanın farklı coğrafyalarında pek çok vampir hikayesi üretilmiş. Dracula’ya kadar anlatılan vampir hikayelerinde ise bizim bildiğimiz vampirlerden çok farklı karakterler görüyoruz. Saf kötülük barındıran ve hiç de çekici görünmeyen, bildiğimiz “canavar” tanımına cuk oturan vampirler bunlar.
1987’de ise ilk kez karizmatik bir vampirle karşılaşıyor dünya: Dracula’yla birlikte vampirlerin kan emici canavarlardan karizmatik “kötü adam”lara dönüşme süreci başlıyor. Bu dönüşme sürecinin ilerleyen aşamalarındaysa Hollywood tarafından vampirlere bir de seksapel ekleniyor, çoğunlukla da erkek vampirlere…
Interview with the Vampire, Twilight, True Blood, The Originals gibi vampirlerin çekiciliğine odaklanan yapımların yanı sıra daha sıradan ve gösterişsiz hayatlar süren, kendi halinde takılan vampirler olarak tanımlayabileceğimiz karakterleri odağına alan bir akım da var. Let the Right One In, Only Lovers Left Alive, Byzantium, A Girl Walks Home Alone at Night gibi… Bu akımda kadın vampirleri de daha sık görüyoruz.
Vampirlerin canavarlar arasında bir istisna olarak görüldüğünü söylemiştik. Peki, bu istisnanın nedeni ne? Tüm canavarlardan korkarken, vampirlere neden iltimas geçiyor olabiliriz?
Kısaca söylemek gerekirse vampirler diğer canavarlara göre çok daha fazla insani özellik taşıyorlar ve bu özelliklerin hepsinde abartılı derecede iyiler…
Uzun yüzyıllar boyunca yaşamalarının bir getirisi olsa gerek vampirlerin hepsi çok kültürlü. Konuşmaya başladıklarında iyi bir eğitim aldıklarını hemen sezebiliyoruz. Tercih ettikleri kelimeler ve ses tonları bir araya geldiğinde ortaya neredeyse vampirlere özgü sofistike bir dil çıkıyor. Pek çok vampirin kullandıkları dilden ötürü aristokrat bir izlenim verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Sadece güzel bir dil kullanmıyorlar üstelik, harika bir dille boş konuşmak da mümkün biliyorsunuz… Vampirlerin konuşmalarının bu denli etkileyici olmasında dil kullanımının yanı sıra entelektüel birikimleri ve kendilerini pek çok farklı alanda geliştirmiş olmaları da çok etkili. Piyano başta olmak üzere (yüzyıllar öncesinin enstrümanı olmasından ötürü en çok piyanoyu görüyoruz) farklı enstrümanlar çalabiliyor, kitaplardan referanslar veriyor, Interview with the Vampire’da Antonio Banderas’ın canlandırdığı Armand gibi tiyatroyla ilgilenebiliyorlar… Only Lovers Left Alive ise vampirlerin bu yanını en çok vurgulayan filmlerden biri. Tilda Swinton’ın Eve’i, Tom Hiddleston’ın Adam’ı canlandırdığı filmde yüzyıllardır birlikte olan iki bohem vampirin hikayesini izliyoruz… Vampirlerin sahip oldukları entelektüel birikim çekiciliklerinin ayrılmaz bir parçası. Buna bir de duygusallık ekleniyor çoğu zaman. Vampirlerin hissettiği duygular insan olarak hepimizin tanıdığı duygular olduğu için onların hassas ve duygusal doğasını görmek kolayca özdeşim kurmamıza neden oluyor…
Bizim sahip olduğumuz korkulardan muaf olmaları da vampirlere hayranlık duymamızın bir diğer nedeni. Ölümden, kandan, yükseklikten, hiçbir şeyden korkmuyorlar çünkü bunların hiçbiri onlara dokunamıyor. Bu somut korkuların yanı sıra insanlığın en büyük korkularından biri olan yalnızlık da vampirlerin bağışıklığının kuvvetli olduğu bir alan. Kendimizi ait olduğumuz gruptan farklı hissettiğimizde, bizi anlayan birilerinin olmadığını düşündüğümüzde, sevilmediğimizde içimizde fırtınalar kopuyor. Oysa vampirler hep yalnız ama hiçbir zaman yalnızlıktan muzdarip değiller. Kendi kendilerine yetiyorlar. Tabii bunda yüzyıllar boyunca yaşamaları da etkili oluyor olabilir. Fanilerin de yalnız kalmayı öğrenmek için yüzyılları olsa, belki böyle bir sorun yaşamıyor olurduk…
Vampirleri özel kılan bir diğer şey ise güçleri, hem de çoğu zaman bir deri bir kemik olmalarına rağmen. Diğer canavarların aksine ne dev gibiler, ne aşırı kaslılar ama bir şekilde çok güçlüler. Çok hızlı iyileşebiliyorlar, insan gözünün görebileceğinden çok daha hızlı hareket ediyorlar, çok keskin duyulara sahipler. Sadece fiziksel değil, telepati ve telekinezi gibi zihinsel güçlere de sahipler. Zihin yoluyla iletişim kurabiliyor, başkalarının düşüncelerini duyabiliyor ve zihin gücüyle nesneleri yerinden oynatabiliyorlar. Yüzyıllar boyunca gözlem yaptıklarından ve insan zihnini okuyabildiklerinden olsa gerek vampirlerin hepsi aynı zamanda insan sarrafı. Kimi nasıl etkileyebileceklerini çok iyi biliyorlar. Biriyle diyaloğa girdikleri anda karşılarındaki kişinin bir büyü etkisine girdiğini hissedebiliyoruz. Üstelik tüm bu güçlerini sadece varoluşlarından alıyorlar; ne silaha, ne havalı arabalara, ne kostüme ihtiyaçları var.
Kostüm demişken vampirlerin moda anlayışını da es geçmek olmaz. Yaz, kış, gece, gündüz fark etmeksizin jilet gibi geziyorlar. Çabasız bir şıklıkları var, hiçbir zaman abartıya kaçmıyorlar; siyah, beyaz gibi klasik renklerin ağırlıklı olduğu, modası hiçbir zaman geçmeyen bir şıklık anlayışına sahipler. Bir de pelerinleri var tabii… Böyle cool bir giysi günümüzde neden kullanılmıyor, anlamak zor gerçekten.
Vampirlerin çekici özellikleri gördüğünüz gibi epey fazla. Hatta neredeyse beyaz atlı prens gibi bir tablo var ortada. Oysa Dracula’dan önceki vampir tanımlarındaki o korkunç özelliklerin de hepsini hala taşıyorlar. Hollywood’un seksi vampirlerini, kan emerek beslenen korkunç canavarlar olarak görmek zor olsa da tüm bu sosların altında bu tanım hala duruyor aslında. Kan emerek beslenen korkunç canavar tanımına eklenen tüm bu çekici özelliklerle, yeni nesil vampirler bir anlamda “bad boy” arketipine dönüşmüş olabilir mi acaba?