
Röportaj: Paul Rudd ve Aisling Bea yeni Netflix dizisi Living with Yourself’i anlatıyor
Netflix’in yeni komedi dizisi Living With Yourself, 18 Ekim’de ilk sezonuyla karşımızda olacak. Ama öncesinde dizinin başrol oyuncuları Paul Rudd ve Aisling Bea’yla Londra’daki bir basın toplantısında buluştuk ve bu ikiliye ayrıca vurulduk. Aisling Bea’nın bizi Türkçe ”N’aber” diyerek karşılaması ise kalbimizdeki yerini iyice pekiştirdi.
Gülerken hüzünlenmeyi, hüzünlenirken düşünmeyi, bunların hepsini koltuğa hafif bir şalla yayılıp icra etmeyi sevenleri keyiflendirecek bir havadis var. Netflix’in yeni yapımı Living With Yourself, Paul Rudd ve Aisling Bea’nin başrollerinde olduğu bir ”iyi-hissetme dizisi”. (”Feel-good watch”u Türkçeye böyle çevirebildik.) Dizinin yönetmenleri ise bize Little Miss Sunshine’ı da hediye eden Valerie Faris ve Jonathan Dayton.
Hikaye kesinlikle beklenmedik bir yerden açılıyor: Kendisini bir süredir pek iyi hissetmeyen Miles, turp gibi bir iş arkadaşına formunun sırrını soruyor ve yanıt olarak da arkadaşı kendisine tekinsiz bir SPA merkezinin kartvizitini teslim ediyor. Son çare olarak kimseye ses etmeden, tek başına girdiği bu ucube SPA merkezinden hiç beklemediği bir şekilde ”iki kişi” olarak çıkıyor ve olaylar gelişiyor…
Bu konsepti bir sitcom olarak hayal etmek, Paul Rudd’ı kendisiyle sırt sırta verip kollarını bağdaştırarak poz verirken görmek hiç zor değil ama Living With Yourself bunu birkaç seviye ileriye taşıyan, izlemesi terapi gibi bir dizi. Paul Rudd’ın canlandırdığı Miles’lar ve Aisling Bea’nin canlandırdığı Kate’e sempati duymak, onlarla üzülüp gülmek inanın işten değil.
Aisling Bea’yi uzun süredir çok büyük bir sevgi ve hayranlıkla takipteydim. Çıktığı her yarışma programını izliyor, yazdığı her şeyi okuyor, bağdaştırıldığı her iş ve her yapıma bir yerden göz atıyordum. Bu yüzden Londra’daki röportaj sırasında ona Türkiye’den olduğumu söylediğimde tüm sempatikliğiyle “N’aber” demesi sanırım hayatımdaki en sevdiğim ünlü anım olacak. Ancak benim öngöremediğim durum Paul Rudd’ın da beni kendine hayran bırakması oldu. Hollywood’da hiç ısınamadığım yedi isim vardı, bu isimlerin geçtiği hiçbir filme ve diziye dokunamıyor, hemen alerji kapıyordum. Bu isimlerden birinin oynadığı bir diziyi tüm bölümleriyle tek bir günde bitirip üstüne aynı sezonu baştan sonra bir kez daha izlemem ve kendisinin tam karşısında oturduğum yarım saatin ardından masadan leyla halde kalkmam haliyle bana da çok büyük bir sürpriz oldu.
O masada neler konuşulduğunu ise bir de sizinle paylaşalım…
Dizinin konsepti, bir insanın en iyi haline ulaşması üzerine kurgulanmış. Siz en iyi halinize eriştiğinizi düşünüyor musunuz?
Paul Rudd: (Aisling’e) Sen eriştin mi?
Aisling Bea: (Gülüyor) Evet, tam formumdayım.
Paul Rudd: Ben erişmedim. Doğru yolda olduğumu hissettiğim anlar oluyor ama bu anlar kalıcı değil ve hep öyle olacak diye düşünüyorum. Mutluluk ve memnuniyet, her zaman gelip geçici duygular olacak.
Aisling Bea: Dizinin amacı da bu zaten, değil mi? Dizinin sekiz bölümü var- (Paul bölüyor.)
Paul Rudd: Ben 16 bölüm çektim!
Aisling Bea: Evet sen 16 bölüm oynadın teknik olarak! Çifte dizi. Ama evet, dizinin anlatmak istediği de bu. (SPOILER!!!) Benim karakterim de Yeni Miles’la beraber olduğunda “Evet, daha iyisi olabiliyormuş” diye düşünürken birden bunun bile son nokta olmadığını fark ediyorum. (SPOILER BİTTİ!!!) Bu harika bir şey, hepimiz tüm dağınıklığımız ve karmaşıklığımızla kendimizin en iyi hali olabiliriz. Bu bir süreç, kimsenin çıkıp “Sonunda, işte başardım” diyebileceğini sanmıyorum.
Kusurlarımızı kabullenmek yani önemli olan…
Paul Rudd: Evet, yaraların da faydaları var… Bunu şu an uydurdum!
Aisling Bea: Çok güzel ama!
Paul Rudd: Teşekkürler. Biyografimin adı bu olsun.
Aisling Bea: (Bu esnada çay geliyor) Bakın, biz de normal insanlar gibi çay içiyoruz! (gülüyor)
Dans sahnesinden bahsetmek istiyorum, çünkü bayıldım o sahneye. Çok pratik yaptınız mı?
P.R.: Evet, çalıştık epey. Zaman kısıtlamasından muzdariptik, (çay ile getirdikleri karton bardak dikkatini dağıtıyor) Şuna bakar mısın, böyle bir şey istemedim ben.
Paul Rudd: Evet, çalıştık epey. Zaman kısıtlamasından muzdariptik bir tek. (çay ile getirdikleri karton bardak dikkatini dağıtıyor) Şuna bakar mısın, bunu istememiştim ben!
Aisling Bea: Plastik kullanımından pek hoşlanmıyoruz.
Paul Rudd: Ne diyordum? Evet. Kareografımız Jenny ile birlikte elimizden geldiğince sık tekrar yaptık.
Aisling Bea: Jenny Shone, Arcade Fire’dan Win Butler ile evli. Dizinin art direktörleri Jenny ve Win’in birlikte bir dans videosunu görüyor ve böylece Jenny de projeye kareograf olarak dahil oluyor.
Paul Rudd: Evet, elleriyle yaptıkları bir kareografi bu. Müzik klibi bile değil. Bir çiftin bu kadar uyumlu olduğunu nasıl gösterebiliriz diye düşündük ve bir dans sahnesinin bunun için ideal olduğuna kanaat getirdik. Bu karakterlere ve ilişkilerine özgü, onları farklı kılan ve alışılmamış bir düğün dansı.
Aisling Bea: Düğünde öylesine, arkadaşları için yaptıkları bir dans. Asıl fikir buydu.
Paul Rudd: Şarkı seçimi konusunda uzun süre düşündük. En sonunda Rick James’e karar kıldık.
Aisling Bea: Yönetmenlerimiz Jon ve Valerie aynı zamanda Little Miss Sunshine’ın da yönetmenleri. Oradaki ikonik yarışma sahnesinde de Super Freak çalıyordu, diğer işleriyle böyle bir bağlantı kurmuş olduk.
Ellerimizle yaptığımız bir oyun var dans esnasında, bu aslında Paul’un küçük kızıyla yaptığı bir hareketti. (El oyununu gösteriyorlar) Aman tanrım unutmamışız! Birbirimizi bir aydan uzun süredir görmedik ve unutmamışız!
Mesela Hugh Grant’in Love Actually’deki dans sahnesi ikonik bir hal aldı. Sizin için de bu sahnenin fenomen haline geleceğini düşünüyor musunuz?
Paul Rudd: Söyleyene kadar aklımdan geçmemişti ama şimdi düşününce…
Aisling Bea: (gülerek) Evet dansçı olarak tanınmaktan endişe duyuyoruz! Çünkü biliyorsunuz uzun süredir oyunculuk yapıyoruz ama eğer bu yöne gidiyorsak…
Paul Rudd: Tabii ki hepsi bir ifade biçimi, hikaye anlatıcılık…(şakalaşmalar.)
Aisling Bea: Evet, hikayeyi yüz ifadelerimiz ve kelimelerimizle değil bedenimizle anlatıyoruz, çok önemli bu… Hem de uluslararası bir dil. Portekiz’den de, Türkiye’den de olsa (bana dönüp göz kırpıyor, minik bir inme atlatıyorum).
Peki bu projeye nasıl dahil oldunuz?
Paul Rudd: Önce menajerim bana senaryoyu iletti. Çoğu zaman dizilerde bir-iki bölümün metnini yollarlar ve oradan fikir yürütmek durumunda kalırız. Bu dizi bana tüm sekiz bölümüyle birlikte geldi ve hemen okumaya başladım. Bir anda sürükledi beni ve ilk bölüm bitince hemen diğerine geçtim; iyi bir kitap okumak gibiydi. Elimden bırakamadım, hepsini sırayla okudum, geriye döndüm ve “Okuması bu kadar keyifliyse…” diye düşündüm. Oyunculuk açısından kesinlikle eşi benzeri olmadığını biliyordum, seyir açısından da öyle.
Aisling Bea: Rüya gibi bir şey bu, aynı anda iki karakteri canlandırmak.
Paul Rudd: Oyuncuların çok sık yaşadığı bir durum: her zaman başka bir oyuncunun benzer bir karakteri yorumlamasına takılırsın ve role böyle hazırlanırsın. Bu ilginç olacak, diye düşündüm. Bu karakter(ler)in mimarı olmak ve nereye gidebileceğini gözlemek, deneyimlemek.
Aisling Bea: Çünkü zaman zaman kendi kendine oynaman gerekti!
Paul Rudd: Evet, daha önce yapılmış bir şey ama bunu yapan farklı oyuncularla konuştum ve onlar hep başka oyunculara karşı oynamışlar bu rolleri. Benim için kendi sesimi kaydedip dinleyerek, ona karşı oynamak daha rahattı. Aynı şeyleri okuyor olsa bile aynı oyuncu olmayacaktı. O sahnede hangi karakter baskınsa, Yeni ya da Eski Miles, önce onu çekiyorduk ve ben öteki role bu şekilde hazırlanıyordum.
Hangi Miles’ı daha çok sevdiniz?
Paul Rudd: İki karakteri de çok sevdim. İyi ya da Kötü değil, Eski ve Yeni Miles olarak görüyoruz.
Aisling Bea: Paul’la çekim öncesi henüz hazırlıklar yapılmamışken karşılaştığımızda kendi aramızda bir oyun oynardık. Daha kıyafetleri ve makyajı yokken, ifadelerinden hangi Miles olduğunu çıkarmaya çalışırdım. Farklı özleri var iki karakterin de. Hani bir arkadaşını görürsün ve “Hmm, bugün keyfi pek yok” diye anlayabilirsin ya, biraz öyle. İfadelerinden yola çıkarak iki Miles’ı da tanıyabiliyorum.
Paul Rudd: Aslında çok farklı iki karakteri oynadığını hissedebiliyorsun. O esnada canlandırdığım karaktere göre de farklı hissediyordum.
Aisling Bea: Eski Miles’ı canlandırırken biraz daha sakin ve suspusken, Yeni Miles’ta daha canlı ve neşeli oluyorsun.
Paul Rudd: Uf, tam bir kabus yani. (gülüyorlar)
Aisling, peki senin için nasıldı?
Aisling Bea: Bu işi çok uzun süredir yapıyorum ve artık eş veya kız arkadaş rolünü oynamaktan sıkılmıştım, hep “İyi misin, vah canım” rolleriydi. Amerika’da diziler için oyuncularla genellikle yedi yıllık bir anlaşma imzalanıyor ve önümüzdeki yedi yıl boyunca yapacağım bir işi iyi düşünem gerekiyordu. Bu yüzden tüm senaryoları yolladılar bana. Dördüncü bölümden itibaren dizi 180 derece dönüyor ve Kate’in hikayesini öğreniyoruz. Başrol olmasa da derinliği olan, üç boyutlu bir karakter olması benim için önemliydi. Hayatımız boyunca tek amacı başkalarını tamamlamak olan kadın karakterler görüyoruz, tüm hayatları başkasına adanmış karakterler -ben bunu yapamam. Almayayım, sağ olun.
Paul Rudd: Ben de öyle, dördüncü bölümü okurken “Tamam, sonunda” diye düşündüm. Yalnızca tek kişinin bakış açısından değildi hikaye. Bir dizide her zaman her şeyi kavradığını düşünüyorsun ama bunların hepsi tek taraflı aslında, diğer bakış açısını gördüğünde yeni anlamlar kazanıyor. Bu bölümde Kate’in baş ettiği şeyleri, aklından geçenleri görüyoruz.
Aisling Bea: Sen ve Tim (Greenberg) özelinde değil bu hikaye ama ikiniz de en yakın arkadaşlarınızla evlisiniz. Eğer Tim, evliliği ve gerektirdiklerini bilen biri olarak, eşin iki boyutlu bir karakter olduğu bir diziye el atsaydı eşi onu mahvederdi! Bu bir ilişkinin karakterine doğru felsefi bir yolculuk. Artık insanlar bir kutuya sıkışmış bir karakter görmek istemiyor.
Aisling, erkeklerin kırılganlığı ve zaman zaman komik olmanın öneminden sık sık bahsediyorsunuz. Kate’te de bunları sık sık görebiliyoruz.
Aisling Bea: Teşekkür ederim! Evet, dizinin sevdiğim bir yanı da buydu. Toplum olarak erkeklerin hissetme özgürlüğünü tamamen ellerinden aldık. Miles da içinde yaşadığı bir durum hakkında konuşmak yerine harekete geçiyor ve ben bu konuda çok sık yazıyorum. Bunun dışında komedi ve hüznün birbirinden tamamen ayrılabileceğini düşünmüyorum. Eğer zor bir konuda konuşulacaksa komedi bunun için bir alan açıyor, üzerinizde yaratabileceği gücü alıyor. Böylece bunu tabu olmaktan çıkarıp, bir anda erişilebilir kılıyorsun. Çok sevdiğim bir yanıydı bu dizinin. Herkes hayatı dizilerdeki gibi deneyimlemiyor. Cenazelerde de şaka yapılabiliyor.
Paul Rudd: Evet ama pek iyi şakalar değil.
Aisling Bea: Benim cenazemi görene kadar bekle.
Erkek kırılganlığından biraz daha bahseder misiniz? Sizin canlandırdığınız karakterler de hep kırılganlığı olan, bağ kurabildiğimiz karakterler.
Paul Rudd: İnsan olma hali bu. Kafamızı suyun üstünde tutmaya çalışıyoruz ve bu hayatın getirdiği şeylerle zorlaşıyor. İyi biri olmak için elinden geleni yapmak ve kafanı suyun üstünde tutmak hepimizin bağ kurabildiği bir hal; bununla empati kurabiliyoruz. Hayatımızda yaptığımız her şey bunun üzerine ve benim de ilgi duyduğum konu bu.
Empati demişken, dünya olarak karmaşık bir dönemden geçiyoruz. Sizce empati eksikliği çekiyor muyuz?
Paul Rudd: Bazen, bazı durumlarda… Bazen de hiç değil. Bence insanların çok büyük bir kısmı empati yapmaya programlanmış. Herhangi bir kriz durumunda içimizdeki en iyi hal ortaya çıkıyor ve başka insanlara yardım etmek istiyoruz. Ne zaman birinin başına bir şey geldiğini duysak, biri hastane faturasını ödeyemeyecek olsa, hiç tanımadıkları insanlar onlara yardım etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bence empati kurabilen bir türüz, buna inanıyorum. Şu an içinden geçtiğimiz kaos yorucu olabiliyor, haberler de bu ateşe odun atıyor.
Aisling Bea: Çünkü artık daha çok habere erişebiliyoruz. Belki eskiden olan şeylerden haberimiz olmuyordu, şimdi öğrendiğimiz için panik oluyoruz.
Paul Rudd: Bazı haber kaynaklarının kasten desteklediği düşünce biçimleri de var, bazı kesimleri yabancılaştırmaya yönelik. Karşı taraftan nefret etmek üzerine bir gruplaşma oluşturuluyor. Mavi ve kırmızı, tutucu ve liberal. Bu görüş bizi temsil etmiyor, çok yazık.
Çay geldiğinde karton bardağı görünce “bunu istememiştim” dediniz. Sürdürülebilirliğe ilgili olduğunuzu hissettim. Gençliğin bu konuda bu kadar duyarlı olması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Paul Rudd: Biz çalışırken Aisling hepimize termoslar getirmişti, onları kullanıyorduk. Ne düşündüğüme gelirsek, benim de çocuklarım var, dünyaya olanlar çok korkunç. Hepimizin kolektif olarak ilgilenmesi gereken tek büyük sorun bu olmalı. Hepimiz iklim değişikliğini durdurmaya çabalamalıyız.
Aisling Bea: Gençliği bu kadar erken yaşta, böyle aktif görmek çok güzel. İlk protestom gençliğimde Irak savaşına karşıydı. Daha önce bu konuda hiçbir şey yapmamıştım, “Arkadaşlarımla yürüyüşe gidiyorum, neden olmasın!” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çocuklarımızın bu yaşta bu kadar farkında ve bu kadar kararlı, haberleri dinleyen bireyler olmaları çok önemli, zira 20 yıl sonra gezegeni onlar yönetiyor olacak. 20 yıl öncesinin genci olarak, biz böyle değildik. Dünya konusunda daha tembeldik. Çocuklar ve gençlerin siyasete bu kadar dahil olmaları ve bunu sadece hükümetlere bırakmamaları çok umut verici. Benim neslim daha çok televizyonla ilgiliydi ve siyaset yerine eğlenceye düşkündük. Şimdi altı yaşında bir çocuğun iklim değişikliği konusunda nutuk çektiğini görebiliyoruz, inanılmaz bu. Onların bu yanlarını ortaya çıkarmak için elimizden geleni yapmalıyız.
Paul Rudd: Onların bunu bizim yerimize üstlenmesi büyük bir hayal kırıklığı.
Röportajın sonuna geldiğimizde Aisling bana bir şey hatırlamaya çalışır gibi bakıp, “Teşekkür ederim!” diyor ve sevdanın ikinci ve son vuruşu kalbime isabet ediyor. Yağmurlu ve huzursuz bir Londra sabahında, Eski Miles gibi endişe dolu girdiğim bu odadan Yeni Miles gibi çıktım. O gün bugündür de Paul Rudd filmografisini silip süpürmekteyim. Dünyaca geçtiğimiz bu sürece dair biraz daha iyi hissetmek için ilaç gibi bir sohbet ve diziydi. Kafasını suyun üzerinde tutmaya çalışan herkese şiddetle tavsiye edilir.