
Ruhu havalandıran çocuk: The Boy Who Harnessed the Wind
İnsanı ve insanlığı tüm duygularıyla canlandıran gerçeğe dönüşmüş bir masal söz konusu olan. Ünlü oyuncu Chiwetel Ejiofor’un, senaryo ve yönetmenlik kabiliyetleriyle taçlanmış The Boy Who Harnessed the Wind filminden bahsediyoruz…
İnsan ruhunun mekandan bağımsız salınımına ne güzel önayak olur sinema… Ekrana kilitlenmiş gözlerin inatçı ilgisine eşlik eden dünyevi kayıtsızlık, kişiyi hayatı algılayışıyla baş başa bırakır. Süresi meçhul bir seyrin açacağı kapılar ya da hatırlatacağı hisler beklenenden sık ve yoğun olduğunda ise, sinemanın sihrine tam olarak kapılmışızdır. O noktada, izlenen eserin hatırda bırakacağı işaretten daha fazlası, veyahut geçirilen vakte dair hazmedilmiş doyumdan da fazlası seyirciyi kuşatır. Hayli güçlü bir empati düğümü anı sarar ve akan cast’ın ardından artık başka biri olmuşuzdur.
Sinemayı hayatının parçası haline getirenler için bu yıl içerisinde söz konusu sihrin ortada çok dolaşmadığı bir gerçek. Vizyona girmesi beklenen ve haklı heyecanlara sebep olan birkaç filmden gayrı, gerek beyazperdede, gerek internet üzerinden yayın yapan platformlarda sığ sulara mahkum olduk. Bu durumdan içeriği her daim tartışılan Netflix de nasibini aldı haliyle. Dizi ve film arasında bir yandan popülariteyi gözetirken öte taraftan layıkıyla kotarılmış başarılı işlere yer ve bütçe açmaya çalışmak belli ki bir kafa karışıklığı yaratmış. Roma ile elde edilen süksenin beklentiye dönüşmesi nasıl kaçınılmazsa, 2019’a dair sıkıntının asıl sorumlusu olarak görülmesi de pek adil durmuyor. En azından uzun zamandır yayında olan ve anca keşfettiğim The Boy Who Harnessed the Wind ile o iksirin tadına biraz bakmış olmanın keyfiyle böyle düşünüyorum.
Yoksulluğun yoksunlukla buluştuğu sınırın ötesinde ne var, bunu pek bilmiyoruz. Dürüst olmak gerekirse, öğrenmeye pek hevesimiz de yok. Şu ortada ki, taviz vermez katılıktaki acı gerçekler hali hazırda hayatlarımızı ve kararlarımızı etkilerken üzerine tuz-biber ekmek, insanın kendiyle olan karmaşasının çilingiri değil. Gelgelim, sinemanın asıl unsurlarından olan hikaye anlatımı, anlattıklarını sadece göstermekten öteye taşır ve bir de takipçisine yaşatırsa ortaya bambaşka bir durum çıkıyor. Aynı isimli kitaptan uyarlanan ve gerçek bir olayı konu edinen yapım, etkileyici arka planına ek olarak, tadına doyulmaz bir anlatımla insanın en değerli hazinesini, ruhunu kucaklıyor.
Chiwetel Ejiofor’un, oynadığı rolün içinde kaybolup bizzat karakterin etine kemiğine bürünebilme meziyeti (örneğin, Oscar adaylığıyla perçinlenen 12 Years a Slave’deki performansı) bu sefer senaryo ve yönetmenlik kabiliyetleriyle taçlanmış. İlkinde böylesine muazzam bir iş çıkarmış olması her yönüyle takdire şayan. Hikaye anlatımındaki sadelik Afrika’da çekilen filmlerin geneline eklemlenebilir, ancak hayranlık uyandırıcı renk kullanımı ve kontrast, rafine bir kadraj ve yakın plan becerisiyle kurguyu ve anlatımı yoğun bir sanata dönüştürmüş. Sözgelimi, bir şarkı oluvermiş insanı alıp götüren. Usul usul akıp giden bir şiir ya da tek karede saatler harcanabilecek bir fotoğraf… İçinde açlığın keskinliğini, çaresizliğinin çırpınışlarını ve mucizenin umuda sıkıca sarılmış inançtan doğan dünyevi bir şavk olduğunu her halükarda barındırarak.
İnsanı ve insanlığı tüm duygularıyla canlandıran gerçeğe dönüşmüş bir masal söz konusu olan. Gandhi’nin “Bu dünyada öylesi aç yaşayan insanlar var ki, Tanrı onlara ancak bir somun ekmek suretinde görünebilir” sözü kulakta çınlayadursun, bir çocuğun insanlığın ruhunu havalandırması… Sanırım esere adını veren “rüzgarı dizginlemesi” ise her şeyden önce kendi penceresini açması.
En son üç yıl önce Johannesburg’un Enstra kasabasında teneke evde (tin house) yaşayan beş kişilik bir ailenin babası, parası cebinde kalsın diye her gün işe on beş kilometre yürüyüp geri döndüğünü gözlerinden mutluluk ışıkları saçarak söylediğinde hissetmiştim bu duyguyu. Öyle ki, bu filmi her hatırladığımda ruhumu beslediğini düşünmek de iyi hissettirecek.