Bir kurban, bir hırsız, saykodelik sanrılar ve şeytani birliktelikler: Sick of Myself film incelemesi

Cannes Film Festivali’nde kendine yer bulan Sick of Myself, Filmekimi’nin de iddialı yapımları arasında. Yolumuz Sinematek’te kesişti ve beklenmedik bir heyecanla filme tutuldum. O da bana karşılığında birkaç uykusuz gece bağışladı. Aklımda Yonca Lodi’nin Düştüysek Kalkarız şarkısı çalarken Signe ve Thomas’ın hikayesine kapıldım. Öyle ki film hakkında iki kelam edecek akıl sağlığına yeni kavuştum. İzleyenler, ne demek istediğimi anlayacaktır. Sıradaki incelememiz, yönetmen ve senarist Kristoffer Borgli’den tüm saykodeliklere geliyor.

Geçtiğimiz hafta zorlu bir mücadeleye girdim. Şartlar ağırdı, ne yapacağımı bilmiyordum. Hızlı olmam gerekiyordu. Gururumdan ödün verecek değildim ve Filmekimi bileti için amansız bir yarışa girdim. Ve işte buradayız, sevgili dostlar.

Öncelikle bu eleştirinin kimseyi gücendirme amacı taşımadığını belirtiyor ve ruhu sağlıklı tutmanın zorluğunu takdir ediyorum. Bu eleştirinin hayatı asla ciddiye almayan ve mizah seviyesi ortalamanın üzerinde bir birey tarafından yazıldığını da hatırlatmak isterim. Olası bir şekilde linç olmamı engelleyecek sihirli cümleleri söyledikten sonra, esas mevzuya gelelim.

Kafası kırık Signe ve narsist erkek arkadaşı Thomas’ın dünyasına hoş geldiniz. Kafası kırık derken gerçek bir kırıklıktan bahsediyorum zira Signe’nin kafası filmin ortalarında bir yerde kanıyor. Epey kan akıyor, tüplerce. Filmi başa sardığımızda, yaşadığı hayattan asla memnun olmayan Signe’yi doğum gününde yakalıyoruz. Film ilk sahnelerden itibaren, bir şeylerin doğru olmadığı hissini uyandırıyor. Ancak gerçek bir evrende, Oslo’dayız. Üstelik hava soğuk da değil. Erkek arkadaşı Thomas’ın yükselen bir yıldız olmasını kaldıramayan, onca yıl yalnız başına büyümüş ve yürümüş bir genç kadın var. Signe, ailesinin arayıp sormadığı, arkadaşları tarafından pek de sevilmeyen bir karakter. Sanat camiası ise Thomas’a anlamlandıramadığımız şekilde hayran. Gittiği sergilerden ya da antikacılardan eşya çalan ve bunları ilerici bir yaklaşımla(!) farklı nesnelere dönüştüren Thomas bir hırsız. Haksız, hukuksuz ve bir dönemin popüler dizisi Kırgın Çiçekler’in Kemal’i gibi uğursuz bir insan. Yaprak Dökümü’nde Necla Oğuz’a kaçtıktan sonra, pembe montu geride bırakmış ve Leyla delirmişti hatırlarsınız. Signe, daha kötü deliriyor.

Thomas’ın başarısını gölgelemek ve dikkatleri üzerine çekmek için kendisini hasta edeceğini bildiği birtakım yasadışı haplar içiyor. Gün geliyor, bu haplar Signe’de tıp aleminin açıklayamadığı bir cilt hastalığı yaratıyor. Kurdeşen görse, koşarak kaçar. Öyle bir hastalık. Signe, bu hastalığı da bir avantaja dönüştürüyor ve tam da istediği gibi insanların ilgisini kazanıyor. İnsanlık, dünyanın her köşesinde, mağdurların yanında olmayı görev bilir. Kurbanlara acır, onların acısını kalbimizde tutar, sempati duyar ama arkalarından konuşmaya devam ederiz. Signe içinde bulunduğu durumun mağduriyetini kullanmasını biliyor. Kafası da tam buralarda kırılıyor.

Bildiğiniz bütün hastalıkları unutun

Hastalık giderek vücuduna yayılıyor, kafasından kanlar akıyor, boğazından kan geliyor, yürüyemiyor, damar yollarının tıkandığını ve böbreklerinin de iflas ettiğini tahmin etmek zor olmuyor. Signe günden güne erirken bir modellik ajansı tarafından keşfediliyor. Ajans, farklı ve toplumun marjinalleştirdiği insanları bir araya getiren yenilikçi bir ajans olduğunu iddia ediyor. Bu iddialara karnımız tok, içten içe zayıf ve pürüzsüz tenler aradığınızı biliyoruz. Filmin hem yönetmen hem senarist koltuğunda oturan Kristoffer Borgli, Signe’nin gerçeklikle bağlantısını da yavaş yavaş koparıyor. Signe’nin kafasında kurduğu şeyleri, ağır çekimde izliyor ve delirişinin her aşamasında yanında oluyoruz. Ancak elini tutmuyoruz. Signe’nin kendisini bir kurban olarak tanımlama isteğine rağmen, Borgli onu bir kurbanın çok daha ötesine – arafa – taşıyor. Yaptığımız hataların bedelini ödememiz gerektiği sık sık hatırlatılıyor. Signe birden delirmiyor; yalnızlaştıkça, kimsesizleştikçe sanrılara tutunuyor. Sevildiğini bilmek, duymak ve o sevginin içinde boğulmak istiyor.

Beklenmedik Firdevs Yöreoğlu sahnesi

Film boyunca Signe’ye empati kurmaya yakınlaştığım anlar oldu, ama senarist bizi o girdaba sürüklediği gibi çıkarmasını da bildi. İşin ilginci, Thomas bu süre içinde Signe’nin yanından ayrılmıyor. Çünkü onun da varlığını teyit ettirmek için başkalarına ihtiyacı var. Tıpkı (bazı) erkeklerin gücü elinde tutma sevdasına katlanamadığımız gibi, Thomas’a da katlanamıyoruz. Signe’nin trajikomik hikayesi, ilk kez izleme şansı bulduğum Kristine Kujath Thorp’un elinde bir şahesere dönüşüyor. Signe tüm vücudu sargılar içindeyken bile sigarasını tüttürüyor ve sosyal medyaya bakıyor. Kraliçe be. Burada Firdevs Yöreoğlu’nun kaza sonrası boyunluğuna fular bağladığı sahne aklına gelmeyen bizden değildir.

Film, karanlık bir karakteri anlatmasına rağmen mizahı canlı tutmayı da başarıyor. Tam da bu yüzden gülmekten gözümden yaş geldi. Hatta bir an filmi izlemeyi bırakıp, böylesine trajik bir olaya güldüğüm için kendimi ayıpladım. Sonra sinemadaki insanların da beni ayıplayacağı düşüncesine kapıldım. Her an aşırı duyarlı ve politik doğrucu biri, ‘‘Yalnız ben bunda gülünecek bir şey göremiyorum’’ diyecek sandım. Ardından senarist Signe’yi konuşturdu ve ne düşündüğümü unutup yeniden gülmeye başladım.

Hak ediyor musun her milimini bu dik gülüşün Signe?

Tabii hayat bu ya, her şeyin sonunda kanlar içinde bir Signe ve sönmüş hayalleri kalıyor. Borgli, Signe’nin canını almıyor ama bir hayat da vermiyor. Sevgilisi hapse giren Signe, arkadaşları tarafından da reddediliyor. Oslo’da güzel bir apartman dairesinde, ”Yalnızım dostlarım, yalnızım yalnızım” çalıyor. Terapi grubuna katılan Signe, iyileşmeye giden bir yolda seyirciye son gülüşünü atıyor.

Yine de Signe’nin yanlış anlaşılmış bir karakter olduğuna inananlar varsa, sizi kandırmasına müsade etmeyin. Signe’yi yeterince tanıyan herkes, bir sonraki planı için çoktan harekete geçtiğini bilir.

Sick of Myself rahatsız edici derecede komik bir o kadar da acıklı bir film.