
Sıradan ve bir o kadar “fantastik”: Nick Cave’in dünya üzerindeki 20 bininci günü!
Nick Cave’in dünya üzerindeki 20 bininci gününü sıradan günlük eylemler üzerinden anlatmasına rağmen son derece “fantastik” bir hikâyeye dönüşen 20000 Days on Earth belgeselini birkaç ay önce İstanbul Film Festivali’nde izlemiş, sonra da beynimize kazımıştık.
Tekrar izleyebilmek için can attığımız filmin 19 Eylül’de vizyona gireceği haberi hepimizde bir tür bayram sevinci yarattı desek yeridir. Hatta daha da güzeli, filmin vizyona girmeden evvel bu akşam (3 Eylül yani) bir Başka Sinema güzelliği sayesinde izleyiciyle buluşacak olması.
Filmi izlemek için sinemanın yolunu tutmadan evvel, uğruna methiyeler düzmek istediğimiz Nick Cave’le ilgili çekilebilecek en iyi film olduğunu düşündüğümüz 20000 Days on Earth’e dadandık sizler için.
Brighton serin, kasvetli ve yağmurlu… Sonsuzluğu kucaklayan Pier’i, ara sokakları, sakin yokuşları ve müthiş manzarasıyla insanı büyülemek için fazlasıyla iyi bir dekor. Nick Cave’in burayı niye çok sevdiğini defalarca Brighton’da kalmış biri olarak anlayabiliyorum. Çünkü herkesten çok Nick Cave için biçilmiş bir dekor burası. Müziğinden kişiliğine tam anlamıyla onunla bütünleşiyor.
Yaşamının yirmi bininci gününe kurgulanmış yirmi dört saati filme çekmek nasıl bir duygudur? Hele ki istediğinde görünmezi oynayabilen ve böyle aksiyonlara pek gelemeyen Nick Cave gibi biri için… Evet, kim olursa olsun ortaya son derece ilginç sonuçlar çıkardı muhtemelen. Ancak 20000 Days on Earth’te Jane Pollard ve Iain Forsyth işi konvansiyonel belgesel çekiminden öyle farklılaştırmışlar ki, izlediğinizin yalnızca bir belgesel olmadığını kolayca görüyorsunuz. Üstelik Richard Ayoade filmlerinin kadrolu görüntü yönetmeni Erik Wilson’ın katkısıyla görsel açıdan da derinlik kazandırmışlar. Belgeselin toparlanmasında en zor kısım ise Jonathan Amos’un. Gerçeklik, duygu ve mit içeren ögeleri başarıyla montajlamış.
Uyanan, ilgi çekici odasında yazı yazan, oğluyla Scarface izleyen, grubuyla çalan, Warren Ellis’le öğle yemeği yiyip geyik yapan, Ray Winstone ve Kylie Minogue’la dönüşümlü araba turuna çıkan Nick Cave’i derin (psikoanalitik) bir röportaj üzerinden bizlere anlatıyor film. Arka planda birbirinden harika melodiler kulağımızda çınlayadursun, biz hafif melankolik ama fazlasıyla nostaljik bir yolculuğa eşlik ediyoruz. Kylie Minogue’un şoförlüğünü yaptığı esnada camda oluşan buğunun, Nick Cave’in hayatının ve elbette filmin ana metaforuna dönüşmesi subliminal bir seyahate kapı açarken Melbourne’deki Nick Cave arşivinde bulunan 20.000 günden kesitler izliyor, üstadın müzikal geçmişinin ne denli köklü olduğuna tanık oluyoruz. Almanya’daki Birthday Party kaydından tutun da sevenleri için daha bir sürü tarihsel hazine… Fotoğraflara bakıp hikâyeleri olduğu gibi hatırlaması ve anlatması şaşırtıyor tabii. Ama sıradışı işler yapan başarılı insanların daha kuvvetli hafızalara ve anılara sahip olmasına hayret etmiyoruz.
Böylesine iyi kurgulanmış ve çekilmiş bir düzlemde Nick Cave’i, cümlelerini, hayatını ve en çok da zihin yapısını derinden görmek için daha iyi bir fırsat olamazdı herhalde. Doğaçlama ile mistik havanın birbirine karıştığı, Nick Cave’in doğasına en yakın ortamın yaratıldığı bu çok özel çalışma sadece onun hayatında önemli bir yer edinmeyecek, belgesel kategorisinde yaratıcı bir eser olarak da yerini alacaktır. Şimdilik kazandığı Sundance ve İstanbul Film Festivali ödüllerinden bu sonucu rahatlıkla çıkarabiliriz.
Filmin ardından, resme büyük pencereden bakıldığında, konunun sadece Nick Cave olmadığını duyumsamak da pek olası. Tam bir “rock star” özelliğine sahip muhteremin açık sözlü ifadelerinden yola çıkıp içsel bir yolculuk yapılabilir ya da kreatif ruhun hayata nasıl yansıdığı/etki ettiği üzerine kafa yorulabilir.
Nick Cave’in de fiziken bir insan olduğunu hatırlayıp, öte yandan ruhunun hayata değdiği noktaları başarılı bir dram-gerçeklik-mistisizm harmanında kavrayabilme şansı her zaman gelmez. Brighton’ın insanı küçücük gösteren engin denizine bakıp izlediklerinizin ne kadarının hayal ürünü, ne kadarının ilham ürünü ve ne kadarının hayat ürünü olduğunu irdeleme imkânını kaçırmayın.
Bu da bizim müzikli bonusumuz olsun: