Sonunda sinema salonlarındayız: 40. İstanbul Film Festivali Haziran seçkisinde neler izlemeli?

Uluslararası İstanbul Film Festivali, geçtiğimiz Nisan ayında, –uluslararası diğer tüm festivaller gibi- pandemi koşullarına online formüllerle adapte olmuş, çeşitli ülke sinemalarından onlarca hatırı sayılır filmi izleyicisiyle buluşturmuştu. Şimdi ise -sonunda- açılabilmiş olan sinema salonlarında da gösterilecek, yılın en çok ses getiren filmlerinin de bulunduğu dolu dolu bir seçkiyle karşımızda festival.

Haziran seçkisinde de online gösterimler devam ediyor ama dediğimiz gibi, kısıtlamalar artık sona erdiği için programdaki pek çok heyecan verici filmi özlediğimiz şekilde, Kadıköy Sineması ve Atlas Sineması gibi şehrin hafızasında yer eden sinema salonlarında da izleyebileceğiz.

Karşımızda dolu dolu bir seçki varken, en sevdiğimiz şeyi yapıyoruz ve tıpkı Nisan ayındaki gibi festival kapsamında dadanacağımız filmlerden bir listeyle karşınıza çıkıyoruz. Bazılarına, ödül sezonunda daha önce de dadanmıştık. Bazıları da var ki, defalarca izlemiş olsak da, bir de beyazperdede görebilecek olmanın ihtimaliyle kalp atışlarımızı hızlandırıyor. Görünce siz de hak vereceksiniz.

Dünyada / In The Earth

Kill List ve Sightseers gibi filmlerle indie türünün kült yönetmenlerinden biri haline gelmiş olan İngiliz yönetmen Ben Wheatley’nin ‘’pandemi döneminde ayakta durabilmesini sağlamış olan şey’’ In The Earth, festivalin ilk dikkat çeken yapımlarından.

Prömiyerini 2021 Sundance’te yapan ve özellikle afişinin hemen göze çarptığı trippy folk korku yapımı In the Earth; yönetmenin pandemiden kaynaklanan haklı endişesinden olsa gerek, yine ölümcül bir pandeminin tam ortasında kaybolan meslektaşını bir milli parkta bulmaya çalışan araştırmacı Martin’in, orada ummadığı ‘şeyleri’ bulmasını konu ediniyor.

Gore motiflerini bolca içeren ve türe özlem çekenlerin belki de aradığı yapım olma özelliğini taşıyan In the Earth, çağdaş sinemaya damga vuran Parasite, Portait of a Lady on Fire, I, Tonya gibi filmleri seyirciyle buluşturan prodüksiyon şirketi Neon imzalı.

The Sparks Brothers

“En sevdiğiniz grubun en sevdiği grup…’’

Depeche Mode’dan New Order’a, The Smiths’ten Björk’e, Nirvana’dan Sonic Youth’a; jenerasyonları dramatik şekilde etkilemiş onlarca isim ve gruba en büyük ilhamlarını sağlayan provokatif art pop grubu Sparks’ın synth-pop, new wave, post-punk ve sayısız tür üzerindeki devasa gölgesine bir bakış atan belgesel The Sparks Brothers da festivalin en parlak yapımlarından.

Sparks’ın -Ron ve Russell Mael kardeşlerin- efsanevi, daha doğrusu ‘acayip’ mirasını Flea, Beck, ‘Weird Al’ Jankovic, Giorgio Moroder gibi ikonik isimlerden dinleyebileceğiniz belgeselin yönetmen koltuğundaysa -yetmezmiş gibi- bir de Edgar Wright oturuyor.

Cornetto üçlemesi ile kendisine günümüz sinemasında çok ilginç bir yer edinmiş olan İngiliz yönetmenin müzik zevkinin ve anlayışının eşiğine Scott Pilgrim vs. The World ve Baby Driver gibi yapımlarda şahit olmuşken; ilk belgesel denemesinde Sparks gibi bir konuyu ne açılardan ele alabileceğini izlemek oldukça heyecan verici gerçekten.

Küçük de bir trivia olarak ekleyelim; yönetmenin favori oyuncuları Simon Pegg ve Nick Frost; John Lennon ve Ringo Starr’ın ‘ses’leri olarak oyuncu kadrosunda bulunmakta.

Kaçık Porno / Babardeala Cu Bucluc Sau Porno Balamuc / Bad Luck Banging or Loony Porn

2021 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı En İyi Film Ödülünü Romanya’ya götüren bu kara komedi, bir öğretmenin eşiyle olan amatör seks kaydının internete sızmasının ardından kariyeri ve repütasyonu üzerinde oluşan baskıyla mücadelesini anlatıyor.

Festivalin pandemide geçen hikayelerinden olan Kaçık Porno sağlam bir sosyal taşlama ve gün geçtikçe yaşadığımız acayip zamanların birbirinden ilginç hikayeler doğuruyor olacağına dair bir başka örnek.

Yönetmenlik koltuğunda Aferim! filmi ile hatırlayabileceğiniz, İstanbul Film Festivalinin jüri üyeliğini de yapan Radu Jude’un oturduğu film için IndieWire yazarlarından Eric Kohn, “Avrupa’nın sınıflandırması en zor auteur’lerinden, hak ettiğimiz ve yutulması zor bir lokma” yorumunu yapmıştı.

The Man Who Sold His Skin / Derisini Satan Adam

Bir süre önce daha detaylı bir şekilde dadandığımız The Man Who Sold His Skin’i “Suriye iç savaşını ve onun etkilediği mültecileri, Batı’nın bu konudaki tutumunu ve bunların ekseninde çağdaş sanat ‘çıkmaz’larını özgürlükçü ve eleştirel bir tavırla ele alan oldukça çarpıcı bir yapım” cümleleriyle anlatmıştık.

Kurgusunu gerçek bir ‘olay’dan ilhamla oluşturan ve bu bahsettiğimiz konuları Suriyeli bir mültecinin başına gelenler üzerinden anlatan The Man Who Sold His Skin ayrıca Tunus’un ilk Uluslararası En İyi Film Oscar adaylığını elde eden filmi olmuştu.

Summer of Soul (…Or, When The Revolution Could Not Be Televised)

1969 yazı dendiği zaman akıllara tabii ki hippilerin kutsal mekanı Woodstock geliyor. Fakat aynı yaz çok yakın bir mesafede gerçekleşmiş bir etkinlik olan Harlem Kültür Festivali zamanın şartlarına -en az Woodstock güruhu kadar- baş kaldıran 300 bin kişiyle öyle bir festival olarak hatırlanıyor ki, sonrasında “Siyah Woodstock” olarak anılıyor.

Afrikalı Amerikalılar için maalesef bir cehenneme çevrilmiş olan 60’lar sonu Amerika’sında yüzbinlerce insanın bir araya gelip bir müzik etkinliğinden çok daha fazlasına, belki de bir devrime yol açtığı bu festival zamanın ana akım medyasında yayınlanmamıştı. Fakat saatler sürecek kayıtlar bu belgesel için şu anda gün yüzünde.

Alternatif hip hop grupları arasında en önde gelenlerden, Jimmy Fallon’ın orkestrası olarak da hatırlayabileceğiniz The Roots’un kuruculuğunu ve davulculuğunu üstlenen Ahmir-Khalib “Questlove” Thompson Summer of Soul‘un yönetmenlik koltuğunda. 2021 Sundance’ten hem Büyük Jüri, hem de İzleyici ödüllerini toplayan yapım için Variety “Deneyimleyeceğiniz şey özgürlüğün sesinden daha azı olmayacak” yorumunu getirdi.

Festivalin görüntüleri aracılığıyla Stevie Wonder, Nina Simone, B.B. King, Sly & The Family Stone ve daha nice ikonun performanslarını beyaz perdede izleyebilmek ve bu tarihi etkinlik hakkında söylenecekleri dinlemek, böylesine uzun bir sinema deneyimi arasından sonra bulunmaz bir vaha olarak nitelendirilirse abartı olmaz bize sorarsanız.

Dünyayı Kurtaran Adam

Salonların tekrar açılmış olmasına dair duyduğumuz heyecan bize neler neler yaptırmaz… ‘En kötü’ filmleri bile koşarak izleyecek haldeyiz, ki bu da kanıtı. Fakat bu ‘en kötü’ eşiğiniz gerçekten ne kadar düşük?

Birçok yerde “dünyanın en kötü filmi” olarak anılmış bu ‘Turkish Star Wars’; sinemada yeniden deneyimlemek için ilginç derecede iyi bir seçenek bize sorarsanız. Türkiye’de B film kültürü hakkındaki tartışmalarda adı sürekli geçen; absürtlük ve aşırılık anlamında eline su dökebilecek bir benzerinin gerçekten az olduğu bir yapım Dünyayı Kurtaran Adam.

‘O kadar kötü ki çok iyi’ olarak Türkçeye çevrilebilecek ‘so bad that it’s good’ kavramına kimine göre tamamıyla uyan bu efsane, yönetmen Çetin İnanç tarafından “Daha kötüsünü çekebiliyorsanız çekin de görelim!” diyerek yorumlanıyor.

Yönetmenin hızını alamayıp ‘‘Matrix’ ne ki kardeşim? Biz de işte gerçeğin ötesinde gerçek olan bir hayal görmüşüz; Allah’ın yaratmadığı yaratıklar yaratmışız. Film hâlâ gösteriliyor, afişleri satılıyor, arayan soran oluyor, paneller yapılıyor, millet deliriyor.” diyerek -belki de haklı bir şekilde- övmelere doyamadığı bu ‘çılgınlığı’ beyaz perdede görmek eminiz ki acayip bir deneyim olacaktır ‘tür’ün meraklıları için.

Nomadland

Övmelere doyamadığımız, ama bir yandan “övdüm de geldim” demeyi de asla hak etmeyen; geçen yılın belki de en iyi işi olan Nomadland’i şimdiye kadar izlemediyseniz eğer tıpkı filmdeki karakterler gibi her şeyinizi -en azından bir süreliğine- kenara bırakıp salonlara doğru yönelmenizi içtenlikle önerebiliriz gerçekten.

Chloé Zhao’nun yönetmen koltuğunda, Francis McDormand’ın ise başrolde olduğu Nomadland, The Guardian’dan Peter Bradshaw’a göre “Amerikan ruhu hakkında nazik, şefkatli, ve sorgulayıcı bir film.”

Akademi’den En İyi Film, En İyi Yönetmen, ve En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini almasının yanı sıra başka törenlerden yüzlerce ödül de kazanmış olan Nomadland için -haliyle- festivalin de kaçırılmaması gereken filmlerinin başında geliyor diyebiliriz.

İzledim diyenler içinse daha detaylı bir incelememiz mevcut tabii.

Sisters with Transistors / Elektronik Kız Kardeşler

Clara Rockmore, Maryanne Amacher, Eliane Radigue, Laurie Spiegel ve daha nice usta kadın sanatçının, elektronik müziğin öncüleri rağmen dikkate alınmamış ya da bastırılmış ya da konuşulmamış ve anlatılmamış olmalarını dert edinen bir belgesel Sisters with Transistors.

Bu dert ile derinlemesine uğraşırken bir yandan da bu sanatçıların öncülük ettikleri ve yolunu açtıkları kulvarların gelişimini müzikle birlikte ele alarak anlatan Sisters with Transistors; müzik belgeseli konusunda gayet sağlam bir seçkiye sahip festivalin dikkat çeken bir diğer yapımı.

Film Threat’in belgesel ile alakalı yorumu ise bu ele alınan içler acısı durumu bir bakıma özetliyor: “Belki bir gün cinsiyet bir ayrımcılık nesnesi olmayacak; fakat o gün hâlâ yakın değil. Bizimse bu süreçte bu istiflenmiş patriyarkal sistemle mücadele etmek adına buradaki görkemli müzisyenler gibi savaşçılara ihtiyacımız var.”

Taçsız Kral

Festivalin bir diğer Türkiye menşeili filmi olan Taçsız Kral; Galatasaray futbol camiası için hem sportif hem de manevi anlamda en ikonik figürlerden biri olan Metin Oktay’ın hayat hikayesini konu ediniyor.

Türkiye sinema tarihinin en önde gelen isimlerinden Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı biyografide Metin Oktay kendi rolünü kendisi oynayarak hem ender bir künyeye hem de ilk ve tek oyunculuk deneyimine imza atıyor.

Oktay’ın küçük bir Anadolu takımından İtalya’ya olan yolculuğu çerçevesinde ilerleyen olay örgüsünde, aynı zamanda tabii ki de futbolcunun takımı ve taraftarları arasındaki ilişkiyi oldukça net bir şekilde işliyor film. Özellikle Metin Oktay’ın oyunculuğu açısından oldukça yerilse de; Türkiye spor tarihine böylesine damga vurmuş bir ismin filmine bir göz atmak ilgilisini pişman etmeyecektir diyebiliriz.

 

 

Dadanizm sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et