
Tam ‘bizim gibi’ bir süper kahraman: Jessica Jones
Düşünsenize, yolda yürürken size laf atan o andavallıyı tek bir hamlede yere yapıştırıveriyorsunuz. Ya da gündüz-gece demeden, tenhalardan fırlayan biri önünüzü kesecek mi veya biri peşinize mi takılacak korkusu yaşamadan gönlünüzce salına salına yürüyebiliyorsunuz… Çünkü bunlara cesaret edebilecek adiyi de yine aynı şekilde duvarda sektirebilecek güce sahipsiniz.
Şu gün gelip sorsalar, “Süper kahraman olsan ne yapabilmek isterdin” diye (kimse sormadı maalesef); bir, “görünmez olabilmek isterim” derdim (çünkü bu da kendini koruyabilmenin bir yolu; ha bir de etrafta rahatça dedikodu dinleyebilmenin) iki de, Jessica Jones ablamız gibi, ata silaha ihtiyaç duymadan iri iri adamları bile yamultabilecek fiziksel gücüm olsun isterdim muhtemelen.
Marvel’den çıkıp Netflix’e transfer olan Jessica Jones’a özenmek için başka sebeplerimiz de var elbette. Mesela New York’ta yaşıyor. Hem de tam zamanlı bir işi olmadığı için gündüz saatlerinde bile şehrin keyfini çıkarıyor. Bazı geceler de, bela peşinde koşmuyorsa, komşulardan birinin duvara yansıtarak tüm mahalleye yayınladığı filmleri izliyor.
Sonra, harika bir stili var. Motorcu stili deri ceketi sezonlarca arasam da tam gönlüme göre olanı hâlâ bulamadım mesela. Gerçi Jessica’nın da bulması pek kolay olmadı, bileğinin gücüyle alması gerekti. “Bileğinin gücü” derken ciddiyim, tek bir darbeyle mağazanın kepenklerini indirip vitrinden çaldı… Tam bir genç kız rüyası. Ha bir de, her sezon işi götürdüğü adamlar var ki, oraya hiç girmeyelim.
Pek de süper olmayan süper kahraman
Şu ara altın çağını yaşayan diğer Marvel kahramanları gibi, zaafları olan, hatalar yapan ve ultra gıcıklaşabilen bir karakter Jessica Jones. Ve dünyayı kurtarmaktan ziyade, çok daha ‘kişisel’ sorunların peşinde koşuyor. Tam da bu yüzden, alışkın olduğumuz o pelerinli, old school süper kahramanlardan çok farklı… İkinci sezonun başındaki talihsiz karakter Whizzer’ın dediği gibi; Jessica’nın dünyasında “Büyük güçler, akıl hastalığını da beraberinde getiriyor.” (Spiderman’den bir söz; amcası bir keresinde kendisine “Büyük güçler, büyük sorumlulukları da beraberinde getirir” demişti. Sonrasında da Peter Parker’ın dünyası değişmişti.) ‘Anti kahraman’ tanımı da yakışmaz onun için. Arada bir içkiyi kaçırıp apartmanda tatsızlık yaratsa da günün sonunda hayatta kalmaya çalışan bir kadın o.
Krysten Ritter’ın canlandırdığı Jessica Jones ilk sezonunda, ‘aklına giren’ ve düşüncelerini kontrol ederek istemediği şeyler yapmasına sebep olan Kilgrave adlı bir ruh hastasıyla mücadele etmişti. Kilgrave Jessica’nın düşünceleriyle oynayarak (onun da süper gücü bu işte) her daim yanında olmasını sağlamış, rızasına karşı da olsa sevgilisi gibi davranarak defalarca tecavüz etmiş ve bu fiziksel gücü aşmış kahramanımızı düşmanlarına karşı bir tür silah olarak kullanmış.
Aslında Kilgrave karakteri günlük hayatımızda karşımıza çıkan pek çok kişinin bir temsili aslında; manipülatif sevgili, size kendinizi yetersiz hissettiren aileniz, mobbingle sizi sindiren iş arkadaşınız… Jessica Jones’un Kilgrave’e karşı olan güçsüzlüğü ilk anda garip bir empatiyle içinizi cız ettirse de sonrasında yüreğinizin yağları eriyor; neticede kadın demir gibi, hepimizin intikamını almaya muktedir.
İkinci sezonda da Jessica’cığımız yine bizimkileri aratmayan bir ‘belayla’ karşı karşıya geliyor: THE ANNE! Detaylara girmeyelim ki, henüz pek taze olan bu sezonun tadını kaçırmayalım. Ama şunu da söylememiz lazım: Anne figürü her kadın için çok kompleks (hem de aşırı kompleks) bir ilişkiyi de beraberinde getiriyor. Annenizi ne kadar çok severseniz sevin, aklınızda bir yerde, kendinizle ilgili duyduğunuz tüm o şüphelerin de sorumlusu o değil mi?
Maalesef Jessica’nın annesiyle krizleri “Ama anne ya!” sorunsalından çok daha ileri bir boyuta taşınıyor. Allah düşürmesin…

Jessica ve Trish
Şimdi detaylar…
Bir karakter olarak Jessica Jones’u bir tarafa bırakıp diziye dönelim. Marvel dünyasındaki diğer yoldaşları Daredevil, Luke Cage ve Iron Fist gibi (geçen sene bunlar The Defenders için güçlerini birleştirmişti), Jessica Jones’un da çekimlerine tekinsiz bir karanlık hakim. Karakterlerin verdiği hissiyatı güçlendiren, o çizgi roman havasını pekiştiren bir karanlık… Özel bir dünyaya girdiğinizi her daim size hatırlatıyor. Bir noktadan sonra bağımlısı oluyorsunuz.
Bir de tabii yan karakterler var. Her ne kadar ikinci sezonunda aşırı sapıtmış olsa da Jessica’nın evlatlık edindiği ailedeki kız kardeşi Trish, süper güçlere ihtiyaç duymadan da ortalığı yakıp yıkabilen ama özünde pek bi’ güçsüz avukat Jeri Hogarth, yine Trish gibi arada bir sapıtmaya pek müsait komşuları ve yardımcıları Jessica’nın hikayesine en doğal halleriyle dahil oluyorlar ve en az onun kadar güçlü bir rol oynuyorlar.
Benim bir izleyici olarak Jessica’yı bu kadar sevmemin sebebi ise şimdiye kadar izlediğim her rolüyle beni kalbimden vuran Krysten Ritter. ‘Don’t Trust the Bitch in Apartment 23’ dizisindeki şuursuz bencil karakteriyle ayrı, ‘Breaking Bad’deki eroinman rolüyle ayrı… Jessica Jones’un o umursar umursamaz karakterine de ondan başkası yakışmazdı muhtemelen. Ha bir de Instagram’da sürekli örgü ördüğü, köpeğiyle konuştuğu hesabıyla aklınızdaki tüm süper star imajını yıkmaya kararlı.
Yani anlayacağınız, Jessica Jones evrenine yaklaşan herkes ‘süper’ klişelerden çok uzakta.