
Kaçamadığımız ölüm perileri, ayrılıklar ve de birtakım varoluş sancıları: The Banshees of Inisherin film incelemesi
Ah biricik yakın arkadaşlar, dostlarımız, kankilerimiz; hiçbirinin gözüne yaş, ayağına taş değmesin. Ve de tabii ki hayat onları yanımızdan eksik etmesin… Bu hisli ve biraz da dertli girişimizin sebebi geçtiğimiz yılın sonlarından itibaren her yerde duyup görüdüğümüz ve de hepimizin aklında kalıcı izler bırakmayı başarabilen The Banshees of Inisherin. Son birkaç yıldır kendisinden pek haber alamadığımız Martin McDonagh’ın yazıp yönettiği son filmi, odağına ekranlarda görmeye çok da alışkın olmadığımız ve boğazımıza bir yumru gibi çöken bir ayrılığı, bir arkadaş ayrılığını alıyor. Ezelden beri yakın arkadaş olan, birlikte oturup birlikte kalkan, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, anlayacağınız ‘‘dost gibi dost’’ olan iki adamın zamansız ayrılığına şahit olduğumuz The Banshees of Inisherin bizi nefis kurgusuyla, kasvetli havasıyla kıskıvrak yakalayıp efkarla uzaklara daldırıyor. Karakterlerimizle birlikte karşı kıyıda gördüğümüz çatışmalar bizi İrlanda iç savaşının ortasına bırakırken bu dostluğun bitiş şeklini de bir alegori olarak önümüze koyuyor. Gibi… Neyse, filmi pek çok farklı yerden okumak mümkün, biz de dört bir koldan dadandık.
En son Three Billboards Outside Ebbing, Missouri filmiyle adından söz ettiren, Oscar’larda boy gösteren Martin McDonagh yaklaşık dört sene süren sessizliğini yine bizi darmaduman eden bir filmle bozdu. McDonagh, Aran Islands üçlemesi oyunlarından biri olan The Banshees of Inisherin filminin başrollerini ise ilk uzun metrajlısında da birlikte çalıştığı Colin Farrell ile Brendan Gleeson’a emanet etti. İrlanda’nın küçük bir ada kasabası olan Inisherin’de, bundan yaklaşık yüz yıl önce yani İrlanda İç Savaşı’nın yaşandığı gergin yıllarda geçen bu filmiyle de yine ödül dönemine gümbür gümbür girdi. Film, bir zamanlar (geçen sene) neredeyse tüm sektörün dışladığı, NBC’nin bile yayınlamayı reddettiği Altın Küre Ödülleri’nin bu seneki dönüşünde (ne çabuk) En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu gibi majör kategorilerde galip geldi ve de geceyi en çok ödülle kapatan yapımlardan biri oldu. Mart’ta dağıtılacak olan Oscar heykelciklerinde de En İyi Film de dahil olmak üzere toplam dokuz adaylık aldı. Yılın en iyi filmlerinden olan bu İrlanda filminde, ne zaman başladığını kimsenin hatırlamadığı, yıllar süren dostlukları ile kasabanın favori “çift”lerinden olan Colm ve Pádraic’in hayatına dahil oluyoruz. Colm bir gün Pádraic’in her zamanki öğlen birası teklifini yok sayıyor, kapılarını açmıyor ve de onu görmezden gelmeye başlıyor. Pádraic ise Colm’un bu davranışını anlamlandıramasa da biricik dostunun ondan ayrıldığı düşüncesi aklına bile gelmiyor. Colm, kendince sebepleriyle artık dostluklarının ömrünün dolduğuna inansa da Pádraic, içine evlat acısı gibi oturan bu ayrılığı kabullenmekte epey zorlanıyor.
Okuma önerisi – “O günden sonra bir daha birbirimizi hiç aramadık”: Arkadaş ayrılığı da ilişki ayrılığı kadar can acıtabilir
McDonagh’ın en dramatik anlarda bile vazgeçemediği muzipliği, Farrell ve Gleeson’un okullarda okutulası performansları, İrlanda’nın içimizi karartan havasına rağmen bakmaya doyamadığımız manzaraları ve yüreğimizi dağladığı konusu itibariyle bitirdikten sonra uzun bir süre aklımızı meşgul eden bir film The Banshees of Inisherin.
The Guardian’a verdiği röportajında “artık kimse gerçekten hüzünlü filmler yapmaya çalışmıyor” diyen Martin belli ki bu işin hakkını vermek için kolları sıvamış. Filmin McDonagh’ın kariyerinde şimdiden çok özel bir yerde konumlandığını da söyleyebiliriz aslında çünkü kendisinin 2000’lerin başlarında yazmaya başladığı Aran Islands üçlemesinin güzelce pişmiş ve sofralarımıza gelmiş en lezzetli parçalarından biri bu film. Amiyane tabirle de McDonagh’ın “ustalık eseri”. Her ne koşulda olursa olsun absürtlüğü elden bırakmadan, minik bir adadaki, bizim için küçük ama Colm ve Pádraic için büyük bir dostluktan yaratılan ve de kıtaları aşan bir senaryoyla kalbimizi çalan bu eser, aldığı övgüleri ve de ödülleri sonuna kadar hak ediyor diyor ve kendisine sıkıca dadanmaya başlıyoruz.
Dikkat, arkadaşlığımızı bitirecek bazı spoiler’lar karşınıza çıkabilir!
Düşünün; ıssız bir adada, kız kardeşiniz ve de çok sevdiğiniz eşeğinizle beraber ve suyun öte yanından gelen bomba sesleri eşliğinde yaşıyorsunuz. Belki de tek eğlenceniz her öğlen en yakın arkadaşınızla, kasabanın tek barında buluşup bir-iki bira içmekten ve goygoy yapmaktan ibaret. Sıradan bir sabaha uyanıp, öğle vakti geldiğinde de her zamanki gibi en yakın arkadaşınızın kapısını tıklatıyorsunuz ama bu defa karşıdan bir cevap alamıyorsunuz. Sizden sonra bara gelen arkadaşınız ise size selam dahi vermeden başka masaya oturuyor, yüzünüze bakmıyor. Of, cehennem gibi değil mi? Daha bitmedi üstelik; siz “neden?” diye sorduğunuzda sizinle geçirdiği zamanın boşa gittiğini ve de sizin ne kadar sıkıcı bir insan olduğunuzu düşündüğünü söylüyor… Pádraic ve Colm’un ayrılık hikayesi böylesine sert ama bir yandan da absürt bir yerden açılıyor ve de son anına kadar yakıcılığından bir şey kaybetmiyor.
Küçük yerde yaşamak, dünyanın neresinde olursanız olun, dışardan kolay gibi görünse de aslında epey zordur. Sınırlı çevreniz, sınırlı imkanlarınız, sınırlı sohbetleriniz olur. Herkes herkesi tanır, herkes herkesin alışkanlıklarını bilir. Buralarda kolayca rehavete kapılır, “küçüklüğü” benimsersiniz. Pádraic tam olarak böyle biri; basit, düz, sınırlı ama sevgi dolu. Colm ise aslında en başından beri Pádraic gibi “boş” bir adamla zaman öldüremeyecek kadar ‘derinlikli’ görünüyor. Zaten Pádraic ile arasına bir set çekmeye de tam olarak bu motivasyonla başlıyor. Yaşının ilerlemesinden olsa gerek, bir sabah uyandığında kendisini “ben bu dünyadan göçüp gittiğimde arkamda neyi miras bırakacağım” kaygısı sarıp sarmalıyor. Vaktinin çoğunu Pádraic’le geçirdiğini ve de bu birliktelikten pek de verim alamadığını düşünüyor. Sarılıyor kemanına, başlıyor beste yapmaya. “En azından geriye birkaç bestem kalsın bari” diyor. Tabii Pádraic, Colm’un tüm bu düşüncelerinden habersiz bir şekilde yine öğlen birası için barın yolunu tutuyor. Yolda öte yakadan duyduğu top sesleriyle ürperse de artık herkes gibi o da savaşın bu gürültülerine alışmış vaziyette. Savaş tam dibimizde ama değil gibi de; ama aslında tam da hikayenin merkezinde (bu konuya yine geleceğiz). Pádraic ise asıl kendi iç savaşına yürüdüğünden habersiz bir şekilde gidiyor bara, bekliyor kankisini. Ama belli ki bir sıkıntı var; Colm onu görmezden geliyor, onunla oturmuyor hatta yüzüne bile bakmıyor. Ve Colm’un ağzından dökülen bu cümleler hepimizi ama en çok da Pádraic’i fena yaralıyor; “artık senden hoşlanmıyorum.”
Herhangi bir ayrılığın en net, doğal ve de acımasız sebebi olan bu cümle artık filmin sonuna kadar sırtımızda bir yük, kalbimizde bir yara. Yine de Pádraic dostundan öyle kolay vazgeçmiyor, çoğu yerde sinir bozucu bir boyutta olan ısrarıyla Colm’u geri dönmeye ikna etmeye çalışıyor. Ama Colm bir kere aklına koymuş, biricik dostundan soğumuş. Hatta işi korkunç bir nevi ültimatoma döküyor; “benimle her konuştuğunda bir parmağımı kesip senin suratına fırlatacağım!” Ne korkunç, yapar mı dersiniz sahiden? Evet, maalesef ki Colm bu ayrılık ve de parmak meselesinde hepimizin sanmadığı kadar ciddi.
Savaş tam da merkezde demiştik ya, Colm ve Pádraic’in filmin başından beri bitmek bilmeyen çatışması artık tam anlamıyla, kanlı bıçaklı bir iç savaşa dönüyor burada. Colm’un birer birer parmaklarını kesip bomba misali Pádraic’in kapısına atması (ve de bu sırada çıkan tok sesler), yolda giderken ardında bıraktığı kan izleri, ikili arasına örülen telli ve de kalın duvarlar, nihayetinde de Pádraic’ın Colm’un evini ateşe vermesi gibi birçok olay izlediğimiz bir diğer savaşın yankıları. Buradan sonra Pádraic’in her barışma girişiminde kapısının önünde bulduğu parmaklar filmin gerilimini tırmandırırken, aynı zamanda yanı başımızda akan küçük hikayeler de kafamızı biraz dağıtmaya yardımcı oluyor. Siobhán’ın dört duvar arasına sıkışmış hayatının dizginlerini eline alma yolculuğu ya da Siobhán’a beslediği duyguları ifade etmesine bile izni olmayan, “taşra baskısı”yla ha bire dizginlenen kasabanın “delisi” Dominic’in trajik sonu arka planda çalışıyor. Bu iki yardımcı karakter çoğu zaman filmin dinamiğinde tampon işlevi görse de her ikisi de filmin sonunda bizi terk ediyor ve sahneyi Colm ve Pádraic ikilisine bırakıyor.
Finalde Siobhán’ın bilinmez ama heyecanlı bir geleceğe doğru yelken açması, Dominic’in suyun üzerinde süzülen bedeni, Pádraic’ın ateşli öfkesi ve de Colm’un çaresiz kabullenişi bekliyor bizi. Pádraic Colm’dan eşeğinin öcünü alıyor, Colm ise aslında en başta verdiği karar sebebiyle beklemediği kadar çok şey kaybetse de yaptıklarından hiç de pişman değil. Filmin sonunda aralarındaki mesafeden ödün vermeyerek, iki savaşın tüten dumanlarının arasında kalan çiftimizin arasında geçen diyalog da filmin kısa bir özeti oluyor diyebiliriz. Çünkü şimdilik ortalıkta herhangi bir savaş sesi duyulmasa da bu huzur belli ki geçici ve de şahit olduğumuz çatışmalar öyle hemen bitecek gibi değil…
Sonuç olarak birkaç yılda bir bize bir film armağan eden Martin McDonagh bu filminde de her bir karakterini yeterince anlıyor ve de anlatıyor. Evet, gün gelir arkadaşımızdan artık hoşlanmıyor olabiliriz. Gün gelir, pılımızı pırtımızı toplayıp evimizi terk edebiliriz. Ve de gün gelir arkadaşımızın bizi terk etmesiyle derin bir depresyona sürüklenebiliriz ya da ölüm perileri tarafından gafil avlanabiliriz. Tüm bu duygular, olaylar hayatın bir parçasıdır ve de her an bizi bulabilir. Tabii sonrasında başımızda gelenler de bizim kontrolümüzden çıkabilir. Ayrıca bakmayın tüm bunları böyle soğukkanlı cümlelerle anlattığımıza; her aşamada düşmek de, kalkmak da, gülmek de, ağlamak da dünyanın en normal tepkileri elbette. (Efkar!) The Banshees of Inisherin, gerek ardında bıraktığı hislerle gerekse enfes mizanseniyle McDonagh’ın hüzün dolu bir başyapıtı olarak aklımızda yer ediniyor, yüreğimizi dağlıyor ve de topladığı tüm alkışları hak ediyor. Çoğumuzun nasıl bahsedeceğini bile bilmediği, kolay kolay dile getiremediği bir konu olan arkadaş ayrılığını konu edinmesiyle de kulvarında fark yaratıyor.
@dadanizm “O günden sonra bir daha birbirimizi hiç aramadık”: Arkadaş ayrılığı da ilişki ayrılığı kadar can acıtabilir 😰🥲 #friendship #breakup