The Lumineers’ın Türkiye çıkarması: Gürcistan’a yolunuz düşerse, siz de kendi Cleopatra’nızı bulabilirsiniz

Wesley Schultz ve Jeremiah Fraites’ın, New Jersey sokaklarında başlayan hikayesine ortak olmanın keyfini sürmeye hazır mısın? Kendilerini mutlaka duymuşsundur. ”Ho Hey” şarkısını bilmemene imkan yok. Hani şu önce ”Ho” sonra ”Hey” dediğimiz, aslında insanların dikkatini çekmek için yazılan araya çeşitli nidalar sıkıştırılan muazzam tatlı folk şarkısı. Bravo, işte o The Lumineers’ı ünlendiren hatta ta Amerika’dan kalkıp Türkiye’ye konsere gelmelerini sağlayan başlangıç çizgisini temsil ediyor. Hala keşfetmeyenler için biz, sizin yerinize dadandık.

@iksv_istanbul

30.İstanbul Caz Festivali’nde The Lumineers ile unutulmaz bir akşam yaşadık biraz duygusalız 🥹🫶🏻❤️ #BenimFestivalim #istanbulcazfestivali #thelumineers #hohey #iksv #istanbul #festival

♬ original sound – iksv_istanbul

30. İstanbul Caz Festivali, yavaş yavaş sona yaklaşırken İstanbullu olmanın verdiği gücü yine, yeniden hatırlatan bir konserde buluştuk. The Lumineers, ilk Türkiye konserini geçtiğimiz günlerde Parkorman’da verdi. Ama ne konser! Tam vaktinde sahneye çıkan grup gibisi yok. Damarlarımıza kadar aşka, hüzne ve kedere tekrar tekrar bağlanıp çıktık. Sonra yine biraz umut ve gelecek hayali. The Lumineers, tek görüşte aşık olduğunuz bir grup değil. Aksine tanıdıkça sevdiğiniz, içinize milim milim yerleşen bir sevgilinin uyandırdığı his gibi.

Biraz geriye saralım. Grubun baş vokalisti Wesley Schultz ve en yakın arkadaşı Joshua Fraites, 2000’lerde yan yana New York’ta. Bir an sonra Joshua, 19 yaşında ve yaşamını yitiriyor. Geriye Wesley Schultz ve Joshua’nın küçük kardeşi Jeremiah Fraites kalıyor. Bir grup kurmaya karar vermeleri bir başka zaman alıyor ve kendimizi bugün Parkorman’da konser veren neredeyse Grammy ödüllü bir grupla yüz yüze buluyoruz. Neredeyse diyorum çünkü biliyorsunuz, “Grammy’ler neye göre dağıtılıyor?” sorusu oldukça şaibeli hisleri de beraberinde getiriyor. Bu grup, Grammy de dahil muhtelif ödülleri çoktan silip süpürmüş olmalıydı.

Türkiye’de The Lumineers dinlemenin ayrıcalığı

Grubun temelleri ölüm ve yaşam arasında bir yerde atılırken “Ho Hey” beklenmedik bir anda hayatımıza giriyor. O günlerde gruba temkinli yaklaştığımı, yalnızca bir hit şarkı yapabileceklerini söylediğimi hatırlıyorum. Bu da benim kamuya açık özrüm olsun. Sizi hafife aldığım için üzgünüm çocuklar. Yıllarca yalnızca 72 kişinin sığdığı küçük bir barda her salı akşamı sahne aldıktan sonra, “Bu gece buraya geldiğiniz için teşekkür ederiz” diyen alçakgönüllü bir müzisyenin şarkısını canlı dinlemek gurur verici. Konu açılmışken kendilerinin ilk Türkiye konserinde ayaklarım ağrıyana kadar dans etme ve boğazımı yakan biranın verdiği izinle şarkılarını avaz avaz söyleme fırsatı elde ettim. Biraz da gözyaşı döktüm, yalan yok.

Böyle iyi grupları bu ülkede dinlemenin ayrıcalığa dönüştüğü, bilet fiyatlarındaki artışı karşılayacak ekonomik gücün yavaş yavaş tükendiği bir zamanda gökyüzüne bakıp özgürlüğü hissetmenin buruk bir tarafı var. The Lumineers’ın şarkıları bu burukluğa yakışır bir eşlikçi. Grubun kendi adlarını taşıyan ilk albümü hatırı sayılır bir güzellik. Ama ben bugün rüştülerini ispatladıkları Cleopatra albümünden bahsedeceğim.

Amerika’dan Gürcistan’a bir folk karmaşası

Gürcistan’da tanıştığı bir taksi şoförünün ona anlattığı bir hikayeden esinlenen Wesley Schultz, hikayeyi dönüp dolaştırıp içimize işleyen perküsyon seslerine sıkıştırıyor. “Ophelia”, “Cleopatra”, “Sleep on the Floor” ve “Angela/Patience” albümün öne çıkan işleri. Hepsi bir büyük hikayenin parçası. Ancak grubun menajeri işini biliyor olacak ki şarkıların kliplerini ayrı ayrı yayımlıyor. Dinleyiciye ufak tefek ipuçları verip çok daha büyük bir gizemin parçasıymış gibi hissettirmeyi de ihmal etmiyor. Aslında her şey, esrarengiz bir kadının hikayesine selam duruyor. The Lumineers, Gürcistan’daki taksicinin hikayesini, albümün çıkışından yaklaşık bir sene sonra anlatıyor; önemli olduğunu düşündüklerimizi önemsizleştiriyor, hayatı içindeki tüm kötülüklerine rağmen sevmeyi hatırlatıyor. Hikayeyi öğrenmenin rahatlığını üstümüzden atmak şöyle dursun, Gürcistan’a ışınlanıyor; bize çok yakın ancak Amerika’ya bir ışık yılı uzak olan bir kültürünün tanıklığında bir araya geliyoruz. Grubu canlı ve hayatta tutan da bu. Hayatın içinden hikayeleri alıp çıkaran Wesley Schultz ve Jeremiah Fraites ikilisi. Nasıl hikayeler ki özel hayatlarının küçük bir parçasını paylaşan Adele, Ed Sheeran, Beyonce ve Taylor Swift gibi isimleri bile gölgede bırakıyor. Çünkü The Lumineers’ın anlattığı hikayelerdeki kahramanlar, biziz. Sıradan halk. Eski bir sevgili, ortaokuldan kalan bir hatıra, dolabın derinliklerinde duran önlük, komşunuzun çocuğu. Üçüncü stüdyo albümleri III, “It Wasn’t Easy to Be Happy for You” ve “Gloria” gibi zarif şarkılarla dolu.

Hayatta bir kez deneyimleyebildiklerimizden misiniz?

İstanbul Caz Festivali kapsamında sahne aldıkları gece ise bambaşka. Geçen sene çıkan Brightside albümünden hatırı sayılır şarkıyı canlı dinlemenin heyecanını üzerimizden atmış değiliz. Wesley Schultz’un sahne hakimiyetine, şarkılar arasındaki hoş sohbetine, piyanist Stelth Ulvang’ın neşesine diyecek söz yok. Ulvang, yerinde duramayan bir güç adeta. Bir an piyanonun başında, beş dakika sonra sahnede takla atıyor. Bir göz kırpışı kadar hızlı hareket edişi, zaman zaman takip etmemi zorlaştırsa da sahne dekoruna tırmandığı an ”Aman aman nerelere geldik” diyen teyzeye dönüştüm. Schultz’un sahneden inip kalabalığa karıştığı anların büyüsü de takdire şayan. The Lumineers’ın sahnesi çok rahat ve misafirperver. Dinleyiciyi kucaklayan ve el üstünde tutan bir yaklaşımları var. Neden olmasın ki? Şarkılarını hayatın tuhaf köşelerindeki kişilere adadıkları belli. Hikayelerini anlattıkları insanlarla karşılaşmak da eş değer bir lütuf olsa gerek. Belli mi olur? Bir gün sizden birinin hikayesini dünyaya duyurmak için enstrümanlarını kullanmaya yanaşabilirler.

The Lumineers, nispeten genç bir grup olmasına rağmen kendine ait kemikleşmiş bir dinleyici kitlesi var. Halefleri kadar popüler olmayabilirler, fakat nasıl müzik yapacaklarını; dinleyicinin kalbine nasıl dokunacaklarını iyi biliyorlar. Anlattıklarım sizi yeterince ikna etmediyse, üzgünüm. Aklını çeldiklerim varsa, Spotify’da neyi aratacağınızı biliyorsunuz.