
The Midnight Sky ve distopyaları aratmayan hayatımız: George Clooney röportajı
Distopyalardan distopya beğendiğimiz şu günlerde, Grant Haslov ile bromantik iş birliğinin yeni ürünü olan The Midnight Sky ile karşımıza çıkıyor George Clooney. Filmin ana karakteri, kendini görevine adamış bilim adamı Augustine Lofthouse’u canlandırdığı gibi bu film için bir kez daha kamera arkasına geçiyor ve post-apokaliptik bir dünyada ilerleyen iki farklı hikayenin yollarını kesiştiriyor. Evet, uzay maceralarına yabancı bir isim değil. Ama bu sefer kamera arkasına taşıyor uzayda edindiği sürreal deneyimlerini ve dünyanın sonunda, insanlığa dair çok şey söyleyen bir hikaye için kolları sıvıyor. The Midnight Sky için bir araya geldiğimiz röportajda ise mevzunun tek bir hatta ilerlemesi de kaçınılmazdı elbette: Distopyalar ve distopyaları aratmayan dünyamız… George Clooney röportajı
Röportaj için tam vaktinde, olmam gereken yerdeyim. Yani bilgisayarın başında… Kameranın, mikrofonun kontrolünü yaptıktan sonra iletilen Zoom linkine tıklıyorum ve onlarca minik ekranın doluştuğu chat odası/bekleme odası karışımı bir yere düşüveriyorum. Bir sürü yüz, bir sürü ses ekranlardan kulaklığıma doluyor. Hepsi de bana dönük gibi ama bana bakmıyorlar. Çoğu evde gibi. Kimisi o klasik kütüphane manzarasını almış arkasına, bazısı da mutfaktan bağlanıyor aramıza… ‘‘Aman dikizliyormuşum gibi olmasın şimdi’’ diyerek gereksiz bir tedirginlikle gözlerimi bilgisayardan kaçırıp ciddi bir hava takınmaya çalışıyorum. Alışık olmadığım bir sürü his.
Evet, pandemi döneminde röportajlar böyle oluyor demek artık. Dünyanın dört bir yanından gazeteciler (gerçekten ‘‘dört bir yanından’’) Zoom üzerinden sanal odalara doluşup bu şekilde buluşuyorlar röportaj yapacakları isimlerle. Üzücü bir distopya gibi. Var mı bunu kurgulayan bir yazar ya da yönetmen diye düşünüyorum ama aklıma gelmiyor. Muhtemelen distopyalarda başka dertler olduğu için ‘‘Gazeteciler röportajlarını nasıl yaparlardı’’ diye kafa patlatmaya sıra gelmemiş olmalı. Sonra neredeyse mekanik bir ses geliyor kulaklıklardan. Yok hayır, bir robot değil. Moderatörün binlerce kilometreyi mikrofonlar ve kulaklıklar (ve fizik kurallarıyla anlatılabilecek pek çok şey) aracılığıyla aşmaya çalışan sesi, bir noktada mekanik tınılara bürünüyor. Mekanik sesli, robot olmayan moderatörümüz son hatırlatmaları yapıyor ve başlıyoruz The Midnight Sky ekibiyle röportaja…
Distopya deyip durmamda, elbette şu garip halimizin de bir etkisi var; neticede tüm yıl boyunca bunun koca bir distopya gibi olduğunu söyleyip durduk. Ama beni bu fikre asıl iten, taze taze izlediğim The Midnight Sky’ın ta kendisi.
23 Aralık itibariyle Netflix‘te izleyiciyle buluşan The Midnight Sky aslında, Lily Brooks-Dalton’ın 2016’da yayınlanan Good Morning, Midnight adlı romanının film uyarlaması. Roman, ve dolaylı olarak film de, bizi post-apokaliptik bir hikayenin tam ortasına bırakıveriyor. Tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz; salgın hastalık mı, insanın kendi başına açtığı talihsiz bir bela mı, robotlar mı…
Hikaye, ‘‘yaşanmış’’ olan olaydan ziyade, yaşananlara odaklanıyor. Yine de önümüzde neler yaşanmış olabileceğine dair ciddi ipuçları var. Gerçek hayatta da gördüğümüz ipuçları. Her yer kar altında ve havanın soğukluğu insanlığın yaşamasına izin vermeyecek derecelere ulaşmış. İklim felaketi mi? Evet, belli ki öyle. Doğa insalıktan feci şekilde öcünü almışa benziyor. Uzayda yaşamın ve ‘‘başka dünyalar mümkün’’ mottosunun peşine düşen dahi bilim adamı Augustine Lofthouse, bu ‘‘sonu’’ kabullenmiş gibi. Post-apokaliptik bu yeni hayatına, ölümcül bir hastalığın pençesindeyken giriş yapıyor ve tam da bunun bilinciyle büyük bir fedakarlığa imza atıyor.
Ana karakter Lofthouse’un hikayesinin paralelinde ise başka bir hikaye daha var. Æther adlı bir uzay gemisi ve mürettebatının hikayesi bu. Haftalardır, aylardır uzaydalar ve kıyamet sonrası insanlığa üzerinde yaşanacak yeni bir gezegen arayışındalar. Tek sıkıntı ‘‘gelecek’’ bir dönemde yaşanacağını düşündükleri kıyametin çoktan yaşanmış olması ama bunların henüz bihaber takılmaları… Evet, uzayda. Bu iki hikaye, kalp kıran bir twist’te buluşuyor ama… Merak etmeyin spoiler’lara geçit yok.
Filmin başrolünde George Clooney var, Augustine Lofthouse karakterinin zorlu hayatını üstleniyor. Filmin yönetmen koltuğunda da George Clooney var! İç içe geçmiş birkaç hikayeyi anlatan bir film için zorlu bir görev tanımı.
Filmin oyuncularıyla peş peşe yaptığımız röportajlarda sıra ona geldiğinde, önce sesi geliyor kulaklarımıza; Strawberry Fields’ı mırıldanıyor neşeyle. ”Let me take you down, cause I’m going to…” Ekrana, birlikte röportaja girdiğimiz gazeteci topluluğunun görüntüleri ulaştığında ise şu garip zamanlara dair hislere tercüman oluyor: ”Buluşmak için ne dandik bir yöntem, değil mi ya?!”
Sözü ona ve röportajda konuşulanlara, fan girl’lüğümüzü ise başka zamana bırakalım en iyisi…
The Midnight Sky Netflix üzerinden izleyici ile buluştu. Bir sonraki filmin The Tender Bar da yine bir dijital platformda karşımıza çıkacak. Sinema salonlarına olan inancını yitirdiğini düşünüyor musun?
Aslında The Midnight Sky Netflix dağıtımcılığında önce salonlarda gösterime girecekti. Ama malum, şu şartlarda mümkün değil. Sinema salonlarına olan inancım hâlâ devam ediyor. MGM ile de bir anlaşmam var ve Boys in the Boat adında bir film üzerinde çalışıyoruz. Netflix de bana bu harika senaryo için bir imkan sağladı. Ayrıca yüzlerce, binlerce sinema çalışanına iş olanakları sunuyorlar, o yüzden pek çok farklı açıdan hayranıyım Netflix’in.
Bu ilk bilim kurgu filmin değil. Bilim kurgularla olan ilişkin nasıl başladı?
Benim için her şey 2001: A Space Odyssey filmini izlememle başladı diyebilirim. O yaşlarda bu filmi izleyen herkes için bir tür mihenk taşı gibidir bu film zaten. Sonra başka filmler geldi tabii. Alien benim tam liseden mezun olduğum dönemde vizyona girmişti; bugün bile hâlâ geçerliliğini koruyan bir film. Ridley Scott zaten bu türün en iyi işlerine imza attı.
Her daim bilim kurgunun hayranı oldum sanırım ama biliyorsunuz, zaman içerisinde anlatılanların çoğu ‘kurgu’ olmaktan çıkmaya başladı. Maalesef. Steven Soderbergh ile Solaris’i, Alfonso Cuarón ile de Gravity’yi çekerken çok keyif almıştım. Kamera arkasında nasıl çalıştıklarını, onları bu kadar özgün kılan şeyin ne olduğunu görme fırsatı yakalamıştım çünkü. Uzay ve sonsuzluk gibi konular keşfetmeyi ben de çok seviyorum; sonsuza uzanan imkanlar sunuyorlar.
The Midnight Sky aile ve yalnızlık gibi konular üzerine de düşündürüyor izleyiciyi. Aile hayatına geçtikten sonra dünyaya bakışınız ve kararlarınız ne yönde değişti?
Olağanüstü bir eş ve iki şapşalın hayatıma girmesi dışında, temelde kim olduğuma ve inandıklarıma dair herhangi bir değişiklik olmadı. Biliyorsunuz; dünyaya, dünyanın gidişatına ve demokrasi gibi bazı hassas konulara dair hislerimi hep dile getiren biri oldum. Hepimizin bunları korumaya yönelik sorumlulukları var. Elimizden geldiğince çabalamamız gerekiyor. Aile olmak ise tabii ki bunları daha da pekiştiriyor ama tüm bu fikirler çok önceden de benimleydi.
Günümüzde dünya krizler çağını yaşıyor artık. Ekonomik kriz, fırsat eşitsizlikleri, küresel ısınma… Peki seni en çok ne endişelendiriyor? Sence öncelikli olarak hangi konuya acilen bir çözüm bulunması gerekiyor?
Küresel iklim krizi, kesinlikle acilen harekete geçilmesini gerektiriyor. Bir gezegeni yok ediyoruz… Ama çok daha yakın vadede derhal çözüm bulunması gereken bir konu varsa o da tüm dünyayı saran nefret dalgası. Her yere hızla yayılıyor ve büyük bir ayrım yaratıyor. Göçmenler üzerinden, ‘‘Bu insanlar size benzemiyor ve buraya işinizi elinizden almaya geldiler’’ gibi mesajlar vermek toplumlara büyük zararlar veriyor. Doğduğumuz ve yaşadığımız ülkelerde, benimki de dahil, toplumların nefret üzerinden bölündüğünü görüyoruz artık. Bu gerçekten varılabilecek en tehlikeli yerlerden biri çünkü buna 30 yıl daha devam edilirse neler olabileceğini tahayyül etmek çok da zor değil. Filmde gördüklerimiz kurgu olmaktan çıkar, gerçeğin ta kendisine dönüşür. Olabilecekleri hayal edebiliyor insan…
Toplumlarda doğruların ve gerçeklerin belirleyici olmasını sağlamak için acilen harekete geçmemiz gerekiyor.
Filmden de yola çıkacak olursak, sence insanlığın yaşayacak bir gezegen bulamayacağı günler de gelir mi?
Eğer bu şekilde devam edersek, kaçınılmaz olarak… Bilime gereken önemi vermezsek, gerçekleri yok sayarsak, sağduyulu ve ortak bir noktada buluşmak yerine çatışma yaratacak argümanlar ileri sürmenin peşinden gidersek elbette o gün gelecek. Başka ne olabilir mi?
Ama bir taraftan da iyimser olmaya devam ediyorum. Martin Luther King Jr.’ın da dediği gibi, tarihin yayı hep adaletten yana eğilir. Sadece uzun zaman alır…
Her zamanki gibi çok umutluyum. Realistim ama her zaman umutluyum.
Filmdeki karakterin Augustine izole bir şekilde, Arktika’da bir başına yaşıyor. Pandemi günlerinde çok da yabancı olmadığımız bir hal… Sen pandemiyi nasıl geçirdin?
Herkes gibi aslında… Her gün kilolarca çamaşır yıkadım, yerleri sildim, bulaşıkları yıkadım, bez değiştirdim… Şanslı olduğumuzu düşünüyorum: Evimiz yürüyüşe çıkabileceğimiz bir arazi üzerinde. Bu sürecin zorlukları herkes için aynı. Annem ve babamla bir araya gelememek zorlayıcıydı sahiden. Aynı şekilde Amal’ın anne babasıyla da görüşemedik. Bunlar ‘‘bir arada’’ olmaya ihtiyaç duyduğumuz günler ama maalesef bu da imkansız. Ama bu da bitecek işte, tünelin sonunda ışık vardır her zaman.
Augustine senden çok daha yaşlı bir karakter ve ölümcül bir hastalığı var. Filmde gerçekten çok ama çok bitkin gözüküyorsun. Hem fiziksel hem de mental olarak rolüne hazırlanman zor olmadı mı?
Bu role yazın İtalya’da olduğumuz bir dönemde hazırlanmam gerekiyordu ve gerçekten çok zor oldu benim için. Ciddi bir şekilde kilo vermem lazımdı ve tabii İtalya gibi harika makarnaların bir yerde bu hiç de kolay değil. On küsur kilo verdim ama… Bu kocaman sakalı da uzattım ve kafamı tıraş ettim. Augustine benden yaşlı, 70 yaşında ama önceliğim onun yaşını göstermek değildi. Ne kadar yorgun olduğunu yansıtmak istedim daha çok. Ama kaşlarımın ne kadar uzayabildiğini görünce biraz moralim bozuldu diyebilirim.
Augustin, hayatına durağanlık ve sessizliğin hakim olan bir karakter. Biraz Syriana ve The American’daki karakterlerime benzer… Ben de onun hayatının bu taraflarına vurgu yapmak istedim. Sadece onun olduğu sahnelerde değil, filmin tamamında bu şekilde ilerlemeye karar verdik, ta en baştan ve bunu bir tür meditasyon hali gibi, içe dönüklük üzerinden kurguladık. Küçük kız mesela, konuşmuyor film boyunca… Filmin müziklerini de üstlenen Alexandre Desplat ile birlikte müzikleri, bu kaybolmuşluk ve yalnızlık hissini iyice açığa çıkaracak şekilde planladık.
İzlanda’daki çekimler nasıl geçti?
İzlanda inanılmaz bir yer. Dünya üzerindeki en büyük ikinci buzuldaydık çekimler için ve maalesef bu buzul da büyük bir hızla erimeye, küçülmeye devam ediyor.
Küresel ısınmanın vehametini ada ülkelerinde birebir görüyor insan. İzlanda gibi. Ya da mesela Maldivler, biliyorsunuz orada da sular yükseliyor. Bu tür yerlere gittiğinizde bunun bir teori değil, gerçek olduğunu göreceksiniz.
İzlanda gerçekten çok güzeldi. Çok soğuktu ama güneşliydi bir taraftan da ve filmdeki o sahneleri çekebilmek için ekipçe kar bulutlarının gelmesini bekledik. Bulutların uzaktan geldiğini gördüğümüz anda da koşa koşa gidip seti kurduk, kar sahnelerini de o anlarda çektik. Çekimden sonra yüzüme uzun uzun saç makinesi tutmam gerekti, kirpiklerime kadar buz tutmuştum. Ve her çekimden sonra, bir sonrakini çekebilmek için tekrar bulutları beklemeye koyuluyorduk. Zorlayıcıydı ama bir aktör olarak eğlenceliydi de.
George Clooney röportajı George Clooney röportajı George Clooney röportajı George Clooney röportajı George Clooney röportajı