
Anneler ve kızları, aramızdaki tüm sözler: Tiny Beautiful Things’i neden sevdik?
Birkaç bahardır merakla beklediğimiz Tiny Beautiful Things, geçtiğimiz hafta Disney+’a geldi. Hikayenin dünü ve bugünü, geçmeyen bir özlemin içinde sarsılırken Kathryn Hahn’ın muazzam ötesi performansında gemileri yaktık. Reese Witherspoon’un yapımcılığını üstlendiği, Cheryl Strayed’in kitabından uyarlanan dizi Hahn’ın sığ bir kalemin ürünü olan komedi rollerine bir çizik atıyor. 50 yaşındaki acılarla dolu Claire’e hayat veren Hahn, yıllarca yan karakterleri canlandırmaya adeta isyan ediyor. Oyunculuksa oyunculuk, dramsa dram. Seninle ağlar, seninle güleriz Kathryn Hahn, sen yeter ki sev kulun oluruz. Yalnız bu diziye dadanan pişman, dadanmayan biraz daha huzurlu olabilir (gibi).
Kişisel hikayeleri izlemekten ve okumaktan delicesine bir zevk alıyorum. Bu hikayelerin bir kısmı canıma okusa bile, hayatta beni daha çok mutlu eden bir şey olmadığını iki gün önce fark ettim. Üstelik 30. yaş günümü kutlamama üç sene kaldı. Değerini geç anladığımız çok şey gibi, bu da ben ve Tiny Beautiful Things’in ana karakteri Claire arasındaki ortak noktalardan yalnızca biri. Cheryl Strayed’in aynı adlı kitabından uyarlanan dizi, 50 yaşındaki Claire’in yas ve özlemle kavrulduğu bir hikayeyi ele alıyor. Claire’ın yaşadıkları tanıdık, hatta diziyi izlerken birinin özel hayatının sınırlarını ihlal ediyormuşum gibi hissetmekten kendimi alamadım.
‘‘Sus sesin duyulmasın, içinden ağla’’ demiş Bengü
20’li yaşların başında annesini kaybeden Claire, çok istediği yazarlık kariyerinde de gerçek bir başarıya hiç ulaşamıyor. Eşiyle arası bozuk, kızı da ondan zaman zaman nefret ediyor. Eski bir bağımlı, şimdilerde ise bir huzurevinde yaşlılarla ilgileniyor. Bir arkadaşı var, konuşabileceği kimse yok. Bir blog yazıyor. İçiniz daraldı değil mi? Bu sancılı, sıkıntılı günlerde bir de böylesine dram izlemek istemezsiniz değil mi? Ama size yazının başında ne dedim? Kişisel hikayeleri izlemekten o hikayeler beni ağlatsa da zevk alıyorum. İçiniz de daralıyor, ne yalan söyleyeyim. Dizinin birkaç bölümünde ağlamaktan gözüm şiştiği için yarıda bırakmayı düşündüm. Bırakmayın, devam edin. Çünkü Cheryl Strayed’in hikayelerinin iyileştirici bir tarafı var. Hayatın her şeye rağmen devam ettiğini anlatıyor bir kere. Ama öyle boş sözler yok, arkada dramatik müzikler de çalmıyor. Kötü kötü senaryolar yazmıyor. Zaten yas da geçen bir şey değil.
Cheryl Strayed, yasın bir süreç olduğunu, hayata yayıldığını, hayatınız sonlanana kadar yakanızı bırakmadığını ve o yasla yaşamayı öğrenmeniz gerektiğini söylüyor size. Zira kendisi de annesini erken yaşta yitirdi, bu kayıpla başa çıkamadı ve nihayetinde 385938593489 kilometre yol yürüdü, dağları ve denizleri aştı. Reese Witherspoon’un oynadığı Wild filmini hatırlarsınız, o film Cheryl Strayed’in iyileşmeye çalışma hikayesiydi. Tiny Beautiful Things ise o hikayenin görünmeyen kısımlarını anlatma derdinde.
Dertli bağrımda camdan bir kalp var mı?
Hikayenin esas kahramanı Claire de Strayed gibi, özgür ruhlu bir annenin çocuğu. Ormanın ortasında gerçek olamayacak kadar huzur dolu bir evde büyüyor. Fakat babası tarafından terk edilmiş ve o yaranın izini hiç kapatmamış. Kapatamayacağını da biliyor. Bir yazar olmak istiyor, üniversiteyi kazanıyor, başarılı ve mutlu. Ta ki annesi kansere yakalanana dek. Geçmiş ve şimdiki zaman arasında mekik dokuyan dizi, genç Claire’ın annesinin ölümünün ardından kaybolduğu yılları ezici bir perspektifle anlatıyor.
Benzer bir hikayeniz yoksa bile, (ki dikkatli okuyucular Claire’le ortak noktamızın yalnızca başarısız bir yazarlık kariyerinden ibaret olmadığını anlamıştır) Claire’ın üzüntüsünün altında eziliyorsunuz. Yardım etmek istiyorsunuz ancak yapacak bir şey yok, siz yalnızca bir izleyicisiniz. Tam da bu yüzden, yapacak hiçbir şeyiniz olmadığı için dizinin vermek istediği mesaj başarıya ulaşıyor. Hani cenazelere gidince pek de ne yapacağınızı bilemezsiniz, boynu bükük cenaze sahibine başsağlığı dilersiniz. Yardımcı olabileceğiniz bir şey olup olmadığını sorarsınız, ama yoktur. Çünkü o üzüntü, zaten size ait değildir. Dizinin izleyicide yarattığı his de böyle. Claire’ın acısı size dokunsa da elinizden hiçbir şey gelmiyor.
“Kızılcık Şerbeti” içmelik bir konu ise…
Şimdiki zamanda 50 yaşındaki Claire’a odaklanan dizi, kızının ergenlik sancılarını anlamakta güçlük çeken bir annenin de dramı aslında. Claire, kendi annesiyle olan ilişkisinde yara aldığı için, kızıyla sağlıklı bir diyalog kurmakta zorlanıyor. Türk televizyonuna iş yapan senaristler, bozuk anne-kız ilişkisi yazmaya bayılır. Hatta bir ara Analar ve Anneler diye bir dizi bile çekilmişti. Kızılcık Şerbeti’nin son bölümlerinde Kıvılcım’ın hırçın karakterinin sebebinin annesi Sönmez Hanım’ın sert tavırlarında gizli olduğunu da öğrendik. Biliyorsunuz, laf dönüp dolaşıyor Kızılcık Şerbeti’ne geliyor bu sıra. Sözün özü, anneler ve kızları bir destan yaratacak kadar önemli bir konu. Zaten öyle olmasa üzerine şiirler, senaryolar yazılmaz; filmler çekilmezdi değil mi?
Bu arada dizinin 30’ar dakikadan oluşan 8 bölümü var. Ama bir çırpıda izleyeceğinizin garantisi yok. Küçük bir uyarıda bulunmanın da yerinde olduğunu düşünüyorum. Depresyon ya da madde bağımlılığı gibi bir mücadelenin içindeyseniz, dizi pek çok açıdan tetikleyici olabilir. Eğer inanılmaz normal ve mutlu bir hayatınız varsa (Bu yazıyı Türkiye’den okuyorsanız, bir soru: Nasıl yani?) dizi tüm normalliklerinize rağmen sizi altüst edecektir.
Bir kapı aralanıp diğeri açılıyor mecburen
Dizinin bir ‘‘kendini bulma, keşfetme’’ öyküsü olmadığı kesin. Aradığınız buysa, hiç zahmet etmeyin. Claire, kendini zaten tanıyor; ne yapmak istediğini biliyor, kiminle yaşlanmak istemediğinin de farkında. Bazı fırsatları kaçırsa da 20’lerinde yaptığı tercihler dönüp dolaşıp onu bulsa da ya da eşi tarafından evden atılsa da küçük, güzel şeylerin tadını çıkarmayı öğreniyor. Harika bir arabesk öykü gibi duyuluyorsa, o da değil; ama bir şans verip izlerseniz belki Claire’ın ittiği ve kapı arkasına ötelediği fırsatları çok geç olmadan siz yakalayabilirsiniz.