Vahşi hızın içinde zamanı durdurmaya çalışmak: Murat Mahmutyazıcıoğlu ile tiyatro ve hikaye anlatıcılığı üzerine konuştuk

Son yıllarda tiyatro sahnesinin Türkiye’de en çok ses getiren kalemlerinden biri Murat Mahmutyazıcıoğlu. Minimal dekor düzeninde aktardığı hikayeler o kadar çok katmanlı ki bir taraftan izleyenin zihnine kazınırken diğer taraftan da gördüklerinin ‘‘gerçek’’ mi yoksa performansın bir parçası mı olduğuna dair sorgulamasına da sebep oluyor.

Tiyatro gündeminin olağan ve olağandışı haber akışı sırasında (pandemi döneminde bile!) sıkça karşımıza çıkan bir isim Murat Mahmutyazıcıoğlu. Çocukluğunda tiyatro sahnesinde gördüklerini kıskanıp kendi yolculuğuna çıkan ve o günden beri attığı her adım üzerinde kafa yorup, dilini geliştiren; karakterleri üzerinden klişeleri, şiddeti, ayrımcılığı yeniden üretmemeye gayret gösteren bir oyun yazarı. Tiyatroya dair hayallerini, arkadaşlarıyla kurduğu BAM İstanbul ile sahnede neredeyse hiçbir dekor malzemesi kullanmadan gerçekleştiren, hayatın vahşice hızını yazarak ve üreterek yavaşlatan, yerli tiyatro metninin en etkili kalemlerinden. Yine kendisinin yazdığı Toz ve Istırap Korosu’nun 25. İstanbul Tiyatro Festivali’ndeki prömiyerleri yaklaşırken dadanmanın da vaktidir dedik. Konuşacak ne çok şeyimiz varmış!

Fotoğraf: Dinçer Dinç

Selam Murat, nasılsın? Prömiyeri yaklaşan oyunların heyecanı sardı mı dört bir yanını?

Evet, oldukça heyecanlıyım. Kısıtlamaların azalmasından sonra hem tiyatro festivalindeki oyunlar hem yarım bıraktığımız sezon, hepsi bir arada; bir harala gürele içerisindeyiz. Bir kalbimiz ağzımızda durumu, midemizde kelebekler; heyecan içeren tüm cümleleri yazmak isterim…

Bizim ve tüm tiyatro severlerin sahnede buluşmayı heyecanla beklediği oyunlar yine senin kaleminden çıkma. Önce Toz’dan başlayalım istiyorum. Hira Tekindor’un Sen İstanbuldan Daha Güzelsin adlı oyununu izledikten sonra, seninle çalışmak istemesi üzerine yazıyorsun Toz’u. Bu defa tek kişilik oyunu Zerrin Tekindor üstleniyor. Karakterini canlandıracak oyuncuyu öncesinden bilerek yazmak metni nasıl etkiledi? Hira ve Zerrin Tekindor’la beraber çalışmak nasıldı?

Toz’u yazmadan önce Zerrin Hanım’la hiç tanışmamıştık, Hira’yla da bir-iki kere telefonda konuşmuştuk. Kafamda dolanan bir hikaye vardı, bir yol hikayesi. Ama kadın nasıl biri, karakter tam olarak kim ve neyi anlatacağını bilmiyordum. Çok beğendiğim bir oyuncu Zerrin Tekindor, dolayısıyla metnimde onun sesini duyarak yazmak çok zevkliydi… Yapabileceklerini hayal ettim ve hikaye genişledi, oyuncaklı bir karakter anlatasına döndü. Birçok karakter canlandırılıyor oyunda ama anlatıcı tek, o da baş karakterimiz Handan; onun ve ailesinin hikayesini izleyeceğiz Toz’da.

Boşluk doldurma sorusu geliyor, hazır mısın? 🙂 2019 yılında provalara başladığınız, pandemiyle alt üst olan hayatlarımız sonrası, nihayet, ‘Toz’ seyirciyle buluşuyor. 25. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında prömiyerini yapacak. Festivalin sloganından yola çıkarak, sana ‘Bu zamanda tiyatro…’ desek boşluğu nasıl doldursun?

Tiyatroların kapalı olduğu dönemde, bir daha tiyatro yapamazsam, oyun yazamazsam ya da yazsam bile sahneleyemezsem ne yaparım diye düşündüm… Herhalde yine yazmaya devam ederim, ederdim. Ama sadece yazmak kadar kalmıyor oyun meselesinin içine girince… Her sayfada sahnede nasıl olabileceğini hayal ederek geçiyor; kendi içinde kapalı bir süreç ama insanlara canlı bir şekilde sahneleneceğinin bilgisi ve heyecanıyla yapılıyor, yazılıyor. Gerçek olan ve şimdiki zamanda gerçekleşen her türlü eylem elimizden yavaş yavaş kayıyor. Sağlam bir klişeye bağlayacağım ama gerçek de bu… Bu zamanda tiyatro her zamankinden daha çok lazım; hem seyirciye hem de yapana.

Peki biraz başa saralım, neydi kalbindeki tiyatroya dair ilk kıvılcımı yakan?

Ortaokuldayken üst sınıflar, Artiz Mektebi oyununu sergilemişlerdi. Sahnedekileri çok kıskanmıştım. Orada olmalıyım duygusu, ilk o an başladı sanırım. Ertesi yıl da tiyatro koluna yazıldım.

Durmadan üreten birisin. Ya yazıyor ya yönetiyor ya da ikisini birden yapıyorsun. Hatta daha önceleri Şekersiz, Korku Tüneli oyunlarında oynadın. Peki hangisini ne zaman yapacağına nasıl karar veriyorsun? Fikirlerin senden çıkma sürecini anlatabilir misin?

Aslında yazma meselesi, oyunculukla beraber ilerledi bir süre. Sonra, daha fazla yazıp-yönetmek istediğime karar verip oyunculuğu biraz ihmal ettim. Oyuncuyu dışardan izleyip, metinle baş başa kalmak ve adım adım inşasını görmek çok daha zevkli geldi sanırım. En son oynadığım oyun Kadıköy Emek Tiyatrosu’ndaki Babil’di. Yıllardır sahneye çıkmıyorum. Ne büyük eksiklik 🙂

Röportajın girişinde bahsettiğimiz Toz, bir kadının hikayesi. Daha önce yazdığın Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin, Fü ve Aynur Hanım’ın Bebeği de birer kadın hikayesiydi. Kader Can’da kadın karakteri hiç görmüyorduk ama hikayesini yine ulaştırıyordun bize. Oyunlarını izlerken, okurken, o kadın karakterlerin ne kadar gerçek, nasıl doğru anlatıldığı üzerine düşündürüyorsun, bunu hissettiriyorsun…

Karakterin gerçek olmasına çabalıyorum sadece. Onu tanımaya çalışıyorum. Daha sonra da seyirciye nereden dokunur, keşfetmeye çalışıyorum. Bu geçmiş ve kalan tortular meselesi beni çok ilgilendiriyor. Karakterle tanışınca da yavaş yavaş konuşmaya başlıyor.

Önceki konuşmalarımızda feminist dramaturjinin öneminden, kadın karakterler üzerinde daha titiz çalıştığından bahsetmiştin… Seni kadın karakterlere karşı daha incelikli çalışmaya iten nedir?

İçinde kadın olan her hikaye maalesef kadın oyunu olamıyor. Kadına nasıl bakıldığı ve nasıl anlatıldığı da kocaman bir soru işareti. Türkiye kadınlar için çok zor bir ülke. Dört yandan bir şiddet çemberinin içine hapsedilmiş gibiler. Biz hikaye anlatıcılarının tarafında da böyle; sahne dilinde ya da senaryoya da yansıyor tüm bunlar… Oysa anlattıklarımız söz konusu olduğunda dilimizin şiddeti ve klişeyi tekrar var edip, etmediği üzerine uzun uzun düşünmeliyiz, çalışmalıyız.

Nasıl yaşıyorsun ki böyle hikayeler çıkıyor ya da böyle hikayeleri yazmak için nasıl yaşıyorsun? Tiyatro yazarının bir derdinin olup olmaması tartışılır ama senin ortaya koyduğun hikayelerde meseleleri nasıl dert ettiğini görebiliyoruz. Yaşadığımız çağ sana Murat olarak, yazar olarak neler yapıyor, yaptırıyor?

Her şeyin çok hızlandığı bir dönemden geçiyoruz. Her şeyin yarım yamalak yaşandığı, tuhaf bir hız… Bir yandan da ölüm var tabii. Hayat bu kadar hızlanırken, bir yandan da doğanın hiç değişmeyecek dengesi karşısında insanın çaresizliği… Ben kendimce bu vahşi hızın içinde zamanı durdurmaya çalışıyorum. Sakince beni gerçekten yazdıracak şeyi arayıp, onun peşinden koşuyorum. Bazen yetişiyorum, bazen kaçırıyorum.

Bu zamanlardan, yakın geçmişe, pandeminin başına şöyle dönüp baktığımızda, BAM İstanbul’un Evde serisini görüp, hatırlıyoruz. IG TV’de yayınlanan oyunlar, oyuncular tarafından evlerinde okunuyor-oynanıyor, provalar online alınıyordu. O dönem herkesin arşivlerini paylaştığı, her gün binlerce canlı yayına maruz kaldığımız günlerde, bizi yine en heyecanlandıran işlerden olmuştu Evde serisi.

Ayak bastığı yerden, günden sözünü üreten, bütüne dair sözünü söyleyen, şartlar ne olursa olsun üretmeye devam edişinizi görmek iyi hissettirmişti. Şimdi o seriden, Görkem Kasal’ın rol aldığı ‘Lan’ adlı oyunu sahnelediniz ama bu defa online gösterim için.  Kadıköy Boa Sahne ile birlikte geliştirdiğiniz bir proje mi bu? Evde serisinin diğer oyunlarını da bu proje kapsamında yeniden izleyebilecek miyiz?

Mart 2020’de, pandeminin hemen başında, Melis Öz’ün okuduğu, benim o sırada yazdığım Ege Evde oyunuyla başlamıştık bu okumalara, sonra sekiz adet kısa oyun olarak sürdü bu seri. Lan da bu oyunlardan biriydi. Sen Bir de Emre Yüksel’in yazdığı ‘’ Her şeyin Her şeyle bir ilgisi olmalı’’ oyunu. Bu iki kısa oyun, Kadıköy Boa Sahne’nin Eylül 2020 ve Haziran 2020 arasında, yani kısıtlamalar yüzünden tiyatroların sahne açamadığı sezonda, bir Hayatta Kalma projesi olarak bu proje için üretilen diğer kısa oyunlarla birlikte, profesyonel bir çekim ekibiyle kaydedilerek, online olarak seyirciyle buluştu. Kadıköy Boa Sahne’nin tatlı bir internet sitesi var, ayrıntıları merak edenler buraya bakabilir. Bu sezon başında da sahneye uygun olanlar, Kısalar başlığıyla seyirciyle buluşmaya başladı. Sezon boyunca da umuyorum devam edecek.

Her şeyin hızla değiştiği, geliştiği günümüzde “seyirci” davranışları da değişiyor. Sence dijital çağın dinamikleri tiyatrolara nasıl yansıyor?

Büyük prodüksyonların, yapım şirketlerinin tiyatroya girdiği bir dönemin içindeyiz. Bence bu güzel bir süreç… Eğer tiyatroya gitmeyen bir kesimi salonlara çekmeyi başarıyorlarsa, o seyircinin başka oyunları ve biçimleri de keşfetmek isteyeceğine dair bir umut var içimde.

Sahnede teknolojik imkanlar eğer doğru ve oyuna hizmet edecek şekilde kullanılıyorsa, elbette çok lezzetli oluyor. Ben BAM’la yaptığım oyunlarda ise başka bir konunun peşindeyim. Sahnede sadece gerekli olan birkaç dekor parçası ve oyuncunun seyirciyle baş başa kalabileceği bir biçim bu. Hem sahne imkanlarını, tiyatro malzemesini ve şimdiki zamanı daha efektif kullanmaya çabalayan hem de oyuncunun var olan enstrümanını maksimum düzeyde sahneye aktarabileceği bir biçim bu. Yani oyunda Boğaz Köprüsü’nü geçiyorsak; oyuncu, bunu seyirciye hayal ettirtmeli. Tıpkı masal anlatır gibi… Oyuncu da bir masal kahramanına dönüşüyor ve bu şekilde çok zevkli.

2016’da BAM’ı kurmuştunuz, Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’in oyuncularıyla birlikte. Üç sezon boyunca büyük alkış aldı bu oyununuz. Tabii ödüller de eklendi bu sürece… Türkiye tiyatrosunun geleneksel sanat ve kültür politikalarına etkisini düşünerek alternatif tiyatroların konumu nasıl yorumlarsın? Kendilerini ifade edebilmeleri ne şekilde mümkün?

İmkansızlıklar içinde daha da yaratıcı oluyor ve müthiş işler çıkarmaya devam ediyor alternatif tiyatrolar. Biz de BAM’ı, bana güvenen üç arkadaşım Başak Kıvılcım Ertanoğlu, Ayfer Dönmez ve Melis Öz ile birlikte oyunumuzun provaları sırasında kurduk. Yıllarca beraber çalıştığım İkincikat, bir ayrılma süreci yaşadı. 2016 yazında kolumun altına oyunu alıp, Behiç Cem Kola’nın kapısını çaldım. ‘‘Oyunu yapmak istiyorum, hiç param yok ama prova alanına ihtiyacım var’’ dedim. O da bize Theatron’un kapılarını açtı. İki-üç aylık bir çalışma sürecinin ardından da aynı mekanda ilk oyunumuzu oynadık. BAM’ın her iki oyununda da Theatron’un çok büyük desteği var. Hayatım boyunca unutmayacağım bir destek… Yani gerçekten istenildiği zaman bir şekilde gerçekleştiriliyor tüm bunlar. Yöntemler biraz farklılaşsa da her seferinde sıfırdan başlıyoruz. Hem iyi ki hem de ne yazık ki…

25. İstanbul Tiyatro Festivali’nde, BAM İstanbul’un yeni oyunu Istırap Korosu da prömiyerini yapacak. Seda Türkmen ile Kader Can’da da beraber çalıştığınız Deniz Karaoğlu’nu birlikte izleyeceğiz. Bu defa sahnede iki oyuncu görecek ve koca bir apartmanın sakinlerinin hikayesine tanıklık edeceğiz. Istırap Korosu’nun yazım süreci, oyuncularla bir araya gelme yolculuğu nasıldı?

Istırap Korosu upuzun ama heyecanlı bir süreçti ve şimdi yavaş yavaş sona geliyoruz. 2019 yılında İKSV, Bam’ın diğer iki oyunundaki yenilikçi tavır sebebiyle bize bir Gülriz Sururi-Engin Cezzar teşvik ödülü adayı olduğumuzu bildiren bir mail attı. Bir proje hazırlayacaktık ve bize destek olacaklardı. Istırap Korosu o zaman ortaya çıktı. Yine kafamda dolanan bir apartman hikayesi fikrinden yola çıkarak, iki kişilik bir oyun yazmaya başladık. Teşviki aldık; oyun, oyuncular, ekip derken… Pandemi, uzun bir yazamama ve hayal edememe dönemi de eklendi bunlara. Ama sonrasında benim için karanlık başlayan ama seyircinin çok eğleneceği bir oyun çıktı. Seda, Deniz ve tüm ekip metne çok tatlı katkılar yaptılar. Bir an önce bu iki yıllık sürecin seyircideki karşılığını görmek için sabırsızlanıyorum. Son cümle içimden geldi, aslında bu yoktu…(güler.)

Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen, 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, En iyi kısa Film ödülü Siz Biraz Uzak Kaldınız filmiyle yönetmen Elif Refiğ’e verildi. Nezaket Erden, Nazlı Bulum ve Aykut Sezgi Mengi’nin yer aldığı filmin senaryosu sana ait. Sinema filmi senaryosu ile tiyatro oyunu yazmak arasında senin için nasıl farklılıklar var?

Çok klasik bir tabirle, kamerayı ve sahneyi hayal etmek gibi temel bir fark var sanırım.. Elif çok sevdiğim bir dostum aynı zamanda. Pandemi öncesinde tamamlanmış bir filmdi, o dönem Elif’le çalışırken ondan çok şey öğrendim. Bir senaryo gibi değil , kısa bir tiyatro oyunu gibi yazdım Siz Biraz Uzak Kaldınız’ı ya da ikisi arasında bir şey. O da kameranın gözüne uyarladı filmi, süreci kendimce böyle tanımlayabilirim. Bu kadar uzaklaştığımız, farklı olana, öteki olana bu kadar sistemli bir saldırı olduğu bir dönemde, filmimizin meselesiyle de Altın Portakal’da olması ve sonra da ödüllenmesi, tek kelimeyle ki başka türlü tarif edemem: çok hoşuma gitti.

Geçtiğimiz yıllarda Toy İstanbul’da yazarlık atölyeleri verdin. Duyduklarımıza göre, bildiğin ne varsa katılımcılarla paylaşmak istemişsin. Biz nedense bu coğrafyada başarılı isimlerin bildiklerini kendilerine saklamasına alışmışız. Sonradan gelecek yetenekleri yetiştirmek rafa kaldırılmış bir gelenek gibi… Senin için bildiklerini genç yazarlara aktarmak neden önemli?

İlk atölyemi Datça Tiyatro Festivali’nde verdim. Sonrasında üç kez Toy’da tekrarladık bu atölyeleri ve devamı da gelecek. Tam anlamıyla bir yazarlık atölyesi değil aslında. Daha çok oyun yazma atölyesi. Kısıtlı bir zamanda ya da zamanı bilinçli olarak kısıtladığımız bir süreçte, daha önce hiç sahne metni yazmamış ya da yazmış ama kimseyle paylaşmamış katılımcılarla bir oyun yazma, adım adım ilerleme simülasyonu diyebiliriz. Ben, yazarken kendime nelerin iyi geldiğini paylaşıyorum, onlar da işlerine yarayanları alıyorlar ve sonuçta kısa bir oyun yazma deneyiminden geçiyorlar.

Deneyim paylaşmayı çok önemsiyorum. Ben onlardan daha fazla şey öğreniyorum aslında ve işin bu kısmı çok daha zevkli. Beraberce fikirlerin havada uçuştuğu sihirli anlar da yaşanıyor, tıkanıklıkları hep birlikte aşmaya çalıştığımız sıkıntılı zamanlar da. Bu sefer meslektaşlar olarak, sonuç üzerinden değil, süreç üzerinden birbirimize dokunmaya başlıyoruz ve bu, müthiş besleyici benim için.

Senin şu cümlen üzerinde durmadan olmaz bu röportajda: ‘‘Yazmak benim için çağın hızına, kocaman umutsuzca yılgınlığa atılan bir çakıl taşı.’’ Bu çakıl taşına neden ihtiyaç duyuyorsun?

Ne kadar kocaman bir laf etmişim 🙂 Hiç tanımadığım birinin kalbine ya da beynine dokunduğum an, o çakıl taşı hedefine ulaşmış gibi hissediyorum. Ne azı ne de fazlası… Bu kadarcık bir şey.

Dadanizm sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et