Bizi diss’leriyle eğiten huysuz ve tatlı bir ikon: Seyfi Dursunoğlu

Seyfi Dursunoğlu ve kendisiyle aynı bedeni mesken edinen Huysuz Virjin, 17 Temmuz akşamı buraları terk etti. Toplumumuzun eğlence kültürüne format atan, bize ve toplumsal hiyerarşinin en üst basamaklarına sataşılmanın dayanılmaz hafifliğini öğreten, drag’inden çıktığında tüm varlığını ÇYDD’ye, bedenini bir tıp fakültesine bağışlayan Seyfi Dursunoğlu, hafızamızdan hiç silinecek gibi değil.

Kapak kolajı: İrem Türkmen

Dursunoğlu, en başından beri Huysuz değilmiş aslında, hatta 30’larına gelene dek Seyfi imiş. Kendini bildiğinden beri sanatçı olmak isteyen, yatılı okul dönemlerinde eve geldiğinde şarkı söyleyip dans ederek, patırtısıyla ev halkını karıştıran bir delikanlıymış. Babasına sanatçı olmak istediğini söylediğinde destek bulamayan bu delikanlı, yine babasının ısrarlarıyla Heybeliada Askeri Lisesi’ne gidiyor ama kalbi sahnede kalmış olmalı ki tazminatını ödeyip okuldan ayrılıyor. İyi ki…

s-4ec82bb7112959660a2d6b581d8917394ce8126d

”Memur Sanatçılarımız” kulübünden yepyeni bir ışık doğuyor

Üniversiteden birtakım finansal endişelerle ayrıldığında, tam 18 yıl çalışacağı SSK’ya memur olarak giriyor. Dursunoğlu, sahne tozunu bu dönem Beylerbeyi’nde Ramazan eğlencelerinde, Huysuz öncesi Virjin’in ilk adımlarıyla yutmuş. Adını bir rivayete göre Adile Naşit’in anneannesi, kanto sanatçısı Minyon Verjin’den türetiyor, Ramazan eğlenceleri sırasında gösterdiği yönetimsel tutum sebebiyle de “Huysuz” lakabını edinip, adının başına ekliyor. O sıralarda ufuk pek parlak görünmese de, bundan seneler sonra ”Memur Sanatçılarımız” kulübünde Orhan Veli, Peyami Safa ve Turgut Uyar’a katılacak Dursunoğlu. Memuriyetten elini ayağını çekmeden evvel Huysuz Virjin’e şans tanıyor, kendi elbiselerini kendi dikerek… Belki de Katina’ya bu yüzden öğretiyordur. Sonrası zaten hepimizin bildiği bir hikaye.

Screen Shot 2020-07-18 at 21.03.24

Huysuz Virjin’in kültürümüzdeki kıymeti sadece bu makama verdiği emekten, azminden ve başarısından gelmiyor tabii. Bilhassa ana akım televizyonda, görece tutucu bir toplumun her sınıfı, her kitlesi tarafından benimsenmek hâlâ çoğu performans sanatçısının, bilhassa Huysuz gibi seyircisini yerin kat kat altına, hatta dibine sokanların erişebildiği bir mertebe olmaktan hayli uzak.

Diss’lere dayalı, alaturka drag

Huysuz’un geçmişinde kanto ve çarliston, şarkı ve dans ağırlıklı, hafif nüktelerle kıkırdatan bir sahne var. İlk başta kendisine gelen heckle’lara yanıt verirken, seyirci de leziz bir hakaret yemenin dayanılmaz hafifliğine varmış olmalı ki Huysuz’un drag performansı kısmi bir stand-up’a evriliyor, önceden hazırlanmış birkaç şaka olmaktan çıkıp spontane ve doğrudan bir diyalog haline geliyor. Öyle ki Huysuz’un performansları, sadece başkalarına diss atılmasını izlemek için değil, kendi de bir ihtimal diss yeme umuduyla katılan seyircilerle dolup taşıyor.

Nüktelerine bozulan, yüzü kızaranlar bile onun maşasından kurtulamıyor. Aslında Huysuz Virjin’in yaptığı drag, biraz Türk usulü bir drag. Tam olarak zennelik değil ama kadın kılığında bir erkek var, stand-up değil ama güldürü var, sosyal ve şahsi yergiler bol kepçe ama taşlama sayılmaz. Seyfi Dursunoğlu da Huysuz’un bu kadar sevilmesini buna, Türk sahne geleneklerinin bir hibriti olmasına bağlamış.

Peki Huysuz Virjin’i biz neden böyle sevdik, neden kendisi tarafından aşağılanmak bir onur olurdu? Çünkü o bambaşka bir evren yarattı. Yarattığı evrende “kadın gibi giyinmiş bir erkek”, kendine aşık, zekası kıvrak, şarkısında dansında biri, lafını sakınmadan, elinden geleni ardına koymadan, “aman efendim” demeden önüne gelen herkesi aşağılayabiliyor -bu salonun dışındaki herkesi yer çekimi gibi aşağı çeken toplumsal baskıların, kişisel dert ve tasaların tersine döndüğü, baş aşağı bir evren. Ne büyük şans ki bu evrene biz bu ülkede, nesilden nesile sahiplik edebildik.