
Seviyorsan git konuş: Hisli bir Normal People incelemesi
İlk aşk acısı öldürmez ama feci şekilde süründürür. Rezilce bir histir, dünyanın sonu gelmiş gibi hissettirir insana. Bizi iki liseli gencin aşk hikayesinin orta yerine bırakıveren Normal People, insanın basiretini bağlayan bu ilk kalp kırıklığının etrafında katman katman açılıyor ve bizi de hiç beklemediğimiz yerlere doğru götürüyor. Daisy Edgar-Jones ile Paul Mescal’ın canlandırdığı karakterlerle birlikte efkarlanmamak elde değil. Normal People incelemesi
İrlandalı yazar Sally Rooney’nin 2018 çıkışlı ikinci romanı Normal People’ın etkisi Ada sınırlarını aşmış, Amerika’yı best-seller’lığıyla fethetmiş, çevirileriyle dünyanın pek çok yanına yayılmıştı. Bir uyarlama haberinin gelmesi ise çok gecikmedi; 2019 Mayıs’ında Normal People’ın BBC ve Hulu ortak yapımıyla bir dizi olarak karşımıza çıkacağı açıklanmıştı.
Bir best-seller’ın daha doğrusu çok sevilen bir kitabın diziye, filme uyarlanması çok riskli tabii. Kitabın sıkı fan’ları, ortaya çıkacak işi ince ince irdeleyip yerin dibine sokabilir mesela; neresi kusurlu, neresi eksik dünya aleme gösterebilir. Bir de kitabın hissiyatından çok uzaklara düşen uyarlamalar var; kitabın yazarına da, okuyucusuna da, izleyene de hakaret gibi… Bu noktada çözüm, kitabın yazarının da senaryo ekibine dahil olması galiba. Neil Gaiman’ın Good Omens’in diziye uyarlanma sürecinde bizzat yer alması gibi mesela… (Bazı feci Neil Gaiman uyarlamaları gördükten sonra ilaç gibi gelmişti bünyeye.) Normal People’da da aynı formül uygulanmış neyse ki: romanın diziye uyarlanmasını yazarı Sally Rooney, Alice Birch ile birlikte üstlenmiş. Yer yer kitaptan farklı yollara sapsa da aynı güçlü hissiyatı koruyan (hatta kitabı okumuş bazı izleyicilerin de söylediği üzere, kitaptan da güçlü olan) bir yapım ortaya çıkmış olması da muhtemelen bundan.
Yayınlanmasının üzerinden sadece bir-iki hafta geçmiş olmasına rağmen (26 Nisan’da, tüm bölümleriyle yayınlamıştı Hulu) kendi izleyici klanını yaratmış olmasında tabii başka sebepler de var… (Kourtney Kardashian da geldiyse başlayabiliriz.)
Yazının bundan sonrası bolca spoiler, gerginlik ve anne terliği içerir.
Lafı gediğine koyan sözleri ve pek de sıradan olmayan kişiliğiyle lise koridorlarında dalga konusu olup eziklenen bir karakter Marianne. Kendisini, abartısız mimikleriyle karakterini ince ince işleyen Daisy Edgar-Jones canlandırıyor.
Ultra üstün zekası hem okuduğu okula hem de ailesiyle yaşadığı küçük İrlanda kasabasına fazla geliyor Marianne’in. Zaten ailesi de aile gibi değil. Dev bir malikanede yaşıyorlar ama içerisi fazla dertli. Babaları ölmüş. Arkasından konuşmak istemeyiz ama ruh hastasının tekiymiş belli ki, karısına hep şiddet uygularmış. Şiddetin her tonunu ailesinde gören Marianne’in bir de abisi var. Bir başka ruh hastası… Her fırsatta Marianne’i aşağılamayı, küçük düşürmeyi, itip kakmayı kendine görev bellemiş bir psikopat. Anne ise bu şiddete karşı çıkmak yerine (ki vaktiyle kocasına da karşı çıkmamış) olan bitenleri sessizce izliyor. Gerçekten izliyor. Bakıyor öyle… Kitapta Marianne’in ailesi içindeki bu şiddet çok daha sert aktarılıyor(muş). Diziye bunlar ”hafifletilmiş” bir şekilde taşınmış olsa da biz göreceğimiz kadar görüyoruz.
İşte bu koşullar altında okulun kaslı sportmen delikanlısı Connell’a sevdalanıyor Marianne. Lise yıllarına has, sporla birlikte gelen o popülerlik Connell’ın da üstüne konmuş gibi dursa da (biraz yakışıklı da) o klasik ‘golden boy’ tiplemesinden uzakta. Kendisi boş zamanlarında kitapların içine düşmeyi seven, bolca yazan, kaba saba arkadaşları arasında kendini konumlandıramayan, iki arada kalmış biçare bir genç. Marianne’i tabii, okuldan tanıyor ama okul dışında da muhabbetleri var: Connell’ın annesi Lorraine, ev işlerini yapmak için haftanın belli günlerinde Marianne’lerin malikanesinde çalışıyor. Connell da annesini getirip götürürken denk geliyor Marianne’e. Belli ki o da Marianne’e yanık. Kız kendisine ”Senden hoşlanıyorum” dediği anda ipleri bırakıvermesinden anlıyoruz.
İkisi de, bir birey olarak kendilerini var etmeye çalıştıkları yaştalar. (Of çok sancılı…) Connell, liseye Marianne’e göre daha iyi uyum sağlıyor. Derslerinde başarılı, sportif aktivitelerde uçuyor. Çoğu zaman aynı dili konuşmasalar da arkadaşları var, ta çocukluktan gelen. Etrafında tatlı bakışlar atan kızlar da var elbette… Onların gözünde imajını bozmamak için ‘garip’ ve dalga konusu olan Marianne’le ilişkisini gizlemek istiyor. Hatta bu şartla Marianne’le ”çıkmaya” başlıyorlar. ”Okuldakiler pek iyi karşılamaz, anlamazlar, birlikte olamayız” dediğinde zavallı Marianne, ”Kimse bilmek zorunda değil ki” diyor ve ikna ediveriyor oğlanı. Hormonların zirve yaptığı bir anda, çok da uzun sürmüyor ikna süreci.
Bundan sonrası kan, ter ve göz yaşı.
Dizi ilk olarak Marianne üzerinden yüreğimizi sökmeye başlıyor. Okuldayken Connell’la alakaları yokmuş gibi davranıyorlar. Connell’ın kaba saba arkadaşları sözleriyle yaralıyorlar Marianne’i; garipliğiyle, fiziğiyle ilgili aşağılayıcı laflar sıralıyorlar arkasından, ulu orta. Connell ise ne yapıyor? Hiç. Koca bir hiç. Oysa okul dışında neler neler yaşıyorlar. (+18 kısmı yazının ilerleyen yerlerinde başlayacak.) ”Seni seviyorum” sözünü bile patlatıveriyor çılgın oğlan. Ama o normal olanın, kabul görenin dışından çıkmamaya çok takık. Hatta işi o kadar abartıyor ki, okul balosuna başka bir kızı davet ediyor, bir de üstüne Marianne’e, ”Ya ben işte Rachel’ı davet ettim okul balosuna ama kızmanı gerektirecek bir konu değil bu” falan diyor. Böyle sevgi mi olur?!
Off… Zaten Marianne’den utandığı için kızcağızla olan ilişkisini saklıyor ve daha da saklamak, sanki öyle bir şey yokmuş gibi yapmak için gidiyor okulun popüler kızlarından birini baloya davet ediyor ve bir de üstüne, ”Aman kızma” diye şov yapıyor.
Marianne çok sağlam bir duruş sergiliyor. Hormonların dolu dizgin ilerlediği o yaşlar için çok sağlam… Çat diye kesiyor ilişkisini. Sınavlarına çalışmaya odaklanıyor, okula da gitmiyor. Zaten son sene. ”İrlanda’nın prestijli okulu” Trinity’yi kazanması gerek. Tüm ailesi orada okumuş. Zaten daha ”aşağısı” düşünülemez. Garibim kalbi sızlaya sızlaya çalışıyor. Connell’ın telefonlarına, mesajlarına da cevap vermiyor. Oh olsun! Beter olsun!
Dizide, ilerleyen bölümlerde yokluğunu hissedeceğimiz anne terliği, en sağlam burada fırlatılıyor. Connell’ın annesi Lorraine, evlerinde çalıştığı için Marianne’i ve belli ki maruz kaldığı şiddeti yakından biliyor. ”O kızı üzmeyeceksin” deyip duruyor o yüzden oğluna. Ama onca uyarısına rağmen Connell’ın bu yaptıklarını duyunca ”Suratına bile bakamayacağım” deyip çatır çutur azarlıyor oğlunu. Hatta o sırada eve gidiyorlar; öyle bir tiksinti geliyor ki kadına arabayı terk ediyor. Marianne’e de, ”Aferin kız, o seni hak etmiyor” diyor bir gün, oğlunun telefonlarına çıkmadığını duyunca. Aslansın, kaplansın anne!
Ben kimim, bir birey miyim?
Hikayenin bir sonraki kısmı ise vızır vızır büyükşehir hayatı yaşayan Dublin’e, Trinity College’a taşınıyor. Marianne’in, ”Benden daha zeki” dediği ve hatta ”Sen edebiyat okumalısın” diyerek yönlendirdiği Connell da Trinity’yi kazanıyor. (Marianne’in kazandığına şüpheniz yoktu herhalde?!) Ve bu sefer bambaşka koşullar altında yolları kesişiyor.
Daha ilk karşılaşmalarında anlıyoruz rollerin değiştiğini. Bu sefer kazanan, Marianne. Kendine has karakteri, üniversitede çok tutuluyor. Kılığı kıyafeti de değişmiş. Zaten kültürel ve sosyal sermayesi aileden aktarılmış kendisine. Sofistike üniversite ortamına ayak uydurmakta hiç zorlanmadığı gibi, lafı gediğine koyan ve pek de sıradan olmayan kişiliği sayesinde okulun en popüler tiplerinden birine dönüşüyor. Connell ise küçük bir kasabada doğup büyümüş, hep aynı insanların etrafında yaşamış ve onlar tarafından kolayca kabul görmüş bir çocuk olarak bu sofistike tavırlar, büyük şehir karmaşası karşısında fena afallıyor. Ve Connell’ı canlandıran Paul Mescal’ın oyunculuğu da buradan itibaren iyice zirveye çıkmaya başlıyor. Karakterinin iç sıkıntısını gözlerine, bakışlarına taşıyor. Bizi de mahvediyor.
Marianne ve Connell arasındaki sınıf farklılığı sert bir şekilde yüzümüze çarpmaya başlıyor artık.
Hikayenin bundan sonrası ikilinin yüklü egoları, sınıfsal çatışma yüzünden söylenemeyenler ve anne terliğinin eksikliğiyle çok sancılı bir sürece giriyor. Duygusal bir gerilim yaşanıyor hatta, eğer öyle bir tür varsa.
Gurur yaptıkları için birbirlerine söyleyemedikleri her söz boğazımıza oturuyor bizim de. Mesela ek işten çıkarılınca parasız kaldığında Marianne’e ”Senin evinde kalabilir miyim” deseydi Connell, tüm sıkıntı çözülecekti. Marianne ise Connell’ın sinirle patlattığı ”İyi o zaman başkalarıyla görüşelim” sözünü (haklı olarak) bambaşka bir yerden alıp geçmiş travmalarıyla pekiştirdiği için olur olmayacak kararlar veriyor, alakasız bir adamla çıkmaya başlıyor.
Toplumun, çevrelerindekilerin istediği şekilde var olmaya çalışmaları, üzerlerine geçirdikleri sahte karakterler ve buna rağmen bir türlü olduramamaları, mutsuz olmaları da çok dokunuyor biz izleyiciye. ”Salak mısın, bu adamla mı çıkıyorsun”, ”Oğlum, ne hissettiğini söylesene kıza” diye ekrana bağırırken buluyorsunuz bir noktada kendinizi. ”Ha söyledi”, ”ha söyleyecek”, ”oha niye böyle söyledi”, ”aman kız gitti” derken, başımıza ağrılar giriyor. Toplum içinde feci şekilde saçmalayan bu iki gencin, baş başa kaldıklarında ne kadar büyük uyum ve sevgi içinde olduklarını biliyoruz çünkü ve kaybettikleri her an bizi de kahrediyor.
Adına da derler ‘seks’
”Sevişme sahnelerini, karakterlerin diyalog kurduğu sahneler olarak düşünüyorum” diyor kitabın ve dizinin yazarı Sally Rooney. O sahnelerin neden o kadar kusursuz olduğunu anlamamızı sağlıyor böylece. Sevişme sahnelerinin koordinasyonu ise Ita O’Brien’a teslim. Yani o sahneleri gerçekçi kılan tüm o minik detaylar onun eseri. Beceriksizce çıkarılmaya çalışılan kıyafetler, mahçup gülüşmeler, bakışmalar onun eseri. Tabii bir taraftan oyuncuların ”rahatsız” olmamalarını sağlamaktan da sorumlu. Yani öyle bir çekim anında ”rahatlık”, ”rahatsızlık” gibi kavramlar da başka bir boyuta geçiyor tabii. Helal. Daisy Edgar-Jones ile Paul Mescal’ın oyunculuklarına ayrıca methiyeler sıralamak gerekir burada.
Sex Education’ın o aşırı absürt yatak sahneleri de Ita O’Brien tarafından koordine edilmiş. The Guardian’da hakkında çıkan haberde, son 10 yılda, özellikle Harvey Weinstein’la birlikte patlayan olaylardan sonra, setlerde intimacy coordinator’lara daha çok görev verilmeye başladığı söyleniyor. (Intimacy coordinator bizde nasıl çevriliyor acaba, mahremiyet koordinatörü mü?)
Küçük kusurlarla kusursuzlaşan bu sevişme sahneleri, Marianne ile Connell’ın ilişkilerinin en katkısız olduğu anlar. Toplumsal rollerinden, üzerlerine yüklenen saçmalıklardan sıyrılıyorlar ve sadece bu anlarda kendileri gibi olabiliyorlar. Sosyal hayatta saçmalayıp yatakta müthiş bir uyum yakalamaları da bundan. Rol yapmadan, birbirlerine bir şey kanıtlamaya çalışmak zorunda kalmadan sevişiyorlar. Bu gerçekçilik izleyiciye nasıl yansıyor bilmem ama ben yarı hüzünle izledim. Hüzünlü çünkü, böylesine zor bir uyumu bulmuş iki insanın aptal saptal sebeplerle birbirlerine eziyet çektirmeleri ve zaman kaybetmeleri o kadar yazık ki…
Berbat 20’ler
Marianne’in lüks evi, aşırı şık kıyafetleri ve İtalyan kasabalarına taşan lüksaj hayatı ile Connell’ın gelişkin kasları ara sıra unutmamıza sebep oluyor ama bunlar 20’lerin çok başında olan iki ‘çocuk’. Marianne herhalde master’a gitti derken, Erasmus için İsveç’te olduğunu duyunca içim cız etti. (Üniversitenin ikinci veya üçüncü sınıfında demek oluyor bu.)
Sonra kendimin ve etrafımdakilerin 20’li yaşlarını hatırladım… Of… Eşit derecede arabeskti pek çoğumuz için. Terk edilmeler, ağlamalar zırlamalar, hayattaki amacını ararken (çünkü mutlaka öyle bir amaç olmalıydı) sapılan yanlış yollar, kafa karışıklıkları, sınavlar, hiç olmayacak flörtler/ilişkiler, sarhoşluklar… 20’lerin başında bocalamadım diyen bir cengaver var mı karşımızda?
Sevişmelerini gururlu anne gülümsemesiyle izlediğim bu iki genci (şirazem kaydı benim de), birbirlerini söylemedikleri sözlerle kırıp geçirdikleri her sahnede yine anne terliğiyle dövmek istedim. Yola gelmeleri lazımdı, fazla başı boş kalmışlar bunlar. En duygulandığım sahnelerde bile (Connell’ın lisedeyken Marianne’in kalbini kırdığı o anlar çok üzücüydü gerçekten) gerilime kapılıp duygularımı koyuvermemem bu yüzdendi sanırım. Onları ayıran hayat değildi, kendileriydi. Trajik bir olay geçmiyordu başlarından. Bir taraftan da anlatılanı güzel yapan da buydu belki de: büyük sözlerin söylenmediği, sıradan ama kocaman bir hikaye.
Ama neyse ki sonunda karakterler birlikte büyüdüler gözümüzün önünde. Sevişme sahnelerindeki o diyaloglar, günlük hayata da taşındı. Söylenemeyenler (geç olsa da) söylenmeye başladı ve tökezleye tökezleye ilerleyen ilişkileri normale döndü, birer yetişkin gibi kurmaya başladılar hayatlarını.
Yetişkince, birer dost gibi
Dizinin sonunda da yine birer yetişkin gibi bir karar vermeleri gerekti. Tabii ki sonsuza dek mutlu olmalarını canı gönülden isterdik; tam buluşmuşken sonsuza dek mutlu olsunlar, biz yine gururlu anne pozları takınalım…
Olmadı tabii. Ama bu sefer yetişkince olmadı. Önlerinde uzanan şu kocaman geleceği layıkıyla şekillendirmek için mantıklı bir karar verdiler. 20’li yaşların başında, aşk meşke kapılıp koca fırsatları tepmenin ne kadar vahim olabileceğini, 30’lardan bakınca daha iyi anlıyor insan. İki karaktere de anaç bir gülümsemeyle ”Üzülmeyin, siz daha neler görüp geçireceksiniz” deyip sırtlarını sıvazlayarak veda ettim ben. Hem kim bilir, belki yeniden kesişir yolları…
Normal People incelemesi Normal People incelemesi Normal People incelemesi
Normal People incelemesi Normal People incelemesi Normal People incelemesi